Tutuklu akademisyen Cihan Erdal'dan mektup var.

Kanada'da doktora çalışmalarına devam ederken Eylül 2020'de Türkiye'ye ziyaret için gelen Cihan Erdal, Kobani olayları esnasında HDP'de MYK üyesi olduğu için gözaltına alınmış ve halen tutukludur. Yeşil Sol Parti üyesi olan Cihan Erdal, o dönem bileşenlik hukuku üzerinden görevli olarak HDP MYK'sında görev almıştı. Kendisine yapılan hukuksuzlukları ve Türkiye'deki hukuk sisteminin çarpıklığını göstermek için kamuoyuna yazdığı mektubu sizlerle paylaşıyoruz.

Tutuklu akademisyen Cihan Erdal'dan mektup var.

 Kanada‘nın Ottawa şehrindeki Carleton Üniversitesi Sosyoloji ve Antropoloji Bölümü’nde doktora adayıyım. 2017 yılından bu yana Carleton Üniversitesi’nde öğretim asistanı ve araştırma asistanı olarak çalışmaktayım. Aynı zamanda üniversitemiz bünyesinde kurulan Gençlik Araştırmaları Merkezi’nin [Centre for Urban Youth Research (CUYR)] koordinatörüyüm.

Pozisyonum kapsamında farklı ülkelerden (Kanada, ABD, İngiltere, Yeni Zelanda, Kenya, Romanya vd.) gençlik alanında çalışan araştırmacı, akademisyen ve aktivistleri bir araya getirerek bilgi ve politika üretiyoruz. Farklı ülkelerdeki gençlik, yurttaşlık eğitimleri ve müfredatların içerikleri, toplumsal hareketlerde gençlerin rolü, aktivist gençlerin deneyimleri ve genç olma halleri gibi çeşitli konularda çalışıyorum.

2013-2017 yılları arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde, 2017 yılından bu yana ise Kanada’nın başkenti Ottawa’da akademik çalışmalarımı ilmek ilmek işledim.

Halen 60 küsür yaşında çiftçilik yaparak geçinen annem ve babamın, değerli eşimin ve birlikte çalıştığım kıymetli hocalarımın koşulsuz destekleri sayesinde önemli araştırma bursları kazandım. 2017 yılından beri burslu olarak okuduğum ve çalıştığım Carleton Üniversitesi’nde genç bir Türk akademisyen olarak içerisinde yetiştiğim toplumu ve kültürü başarıyla temsil etmeye gayret ettim.

Ancak sizler ismimi son dönemde yaşadığımız haksızlıkla duymuş olabilirsiniz. Ailemi ziyaret etmek, yeğenimin doğumunu görebilmek ve doktora tez saha çalışmamı sürdürmek üzere geldiğim İstanbul’da 25 Eylül 2020 günü gözaltına alındım.

Bundan 7 yıl önce, 6-8 Ekim 2014 tarihlerinde meydana gelen Kobani protestolarına ilişkin dava kapsamında 5 aydır siyasi rehine olarak Ankara Sincan Cezaevi‘nde tutulmaktayım.

Bugün birtakım siyasi hesaplar doğrultusunda, hiçbir sorumluluğumun bulunmadığı bir olay nedeniyle özgürlüğüm keyfi ve hukuksuz biçimde gasp edilmekte. Bu durum, 4 yıldır binbir emekle yürüttüğüm doktora araştırmamı ve bursumu kaybetmem riskini oluşturuyor.

Bütünüyle asılsız ve temelsiz iddialarla, siyasi saiklerle yalnız bireysel özgürlüğüm, eğitim ve çalışma hakkım değil, evrensel hukuk norm ve değerleri de gasp edilmekte.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Daire’nin 22 Aralık 2020 tarihli Selahattin Demirtaş kararı çok kesin olarak işaret etmektedir ki, objektif bir gözlemciyi ikna edebilecek, tutukluluğumuzu haklı gösterebilecek tek bir somut delil söz konusu değildir. Her ne kadar yeni bir dosya olarak sunulmaya çalışılsa da, AİHM Büyük Daire’nin sayın Demirtaş kararı, yeni bir başvuruya gerek olmaksızın, haksız ve keyfi tutukluluğumuzun derhal sonlandırılmasını gerektiren bir karardır.

Hukukun üstünlüğüne, insan haklarına, demokrasi ve özgürlüklere inanan her kesim ve yurttaşın yaşadığımız bu akılalmaz adaletsizliğe karşı ses çıkarması ülkemizin demokratik geleceği açısından büyük anlam taşıyacaktır.


Katılmadığım bir toplantı, paylaşmadığım bir çağrı nedeniyle yargılanmamın tuhaflığı bir yana, şiddetin vaizlerine hayatın her alanında ama’sız, fakat’sız itiraz etmiş biri olarak, elem verici bir şiddet olayı ile ilgili dehşet verici suçlamalara maruz kalmamı hukuk ve adalet adına utanç verici bulduğumu söylemek zorundayım.

2015 yılında asker oğlunu yitirmiş bir Kürt babanın acılı çığlığını haberleştiren bir gazete linkini paylaşmış olmamın, tek cümlelik “bu savaş bizim savaşımız değil” yorumumun “delil” niyetine “terör örgütü destekçiliği” olarak sunulmaya çalışılması, yalnızca bana ve sevdiklerime değil aynı zamanda ülkemin geleceğine de yapılan bir kötülüktür.

Dünyadaki tarihsel birçok farklı deneyimden anladığım odur ki, terörizmi asıl beşleyen şey, “yurttaş”ın yerine “teröristler-terör destekçileri” ve “terörizme karşı mücadele edenler” ikiliğinin ikame edilmeye çalışılmasıdır. Nefret çarkını sürekli kılan, düşman yaratma takıntısından kurtulamayan zihniyettir. Antimilitarist olmak, savaşa dünyanın hangi yerinde olursa olsun karşı olmak suç değildir.

Şiddetin karşıtı salt etik bir şiddetsizlik değildir; elbette şiddetsizlik ilkesi demokratik siyasetin olmazsa olmaz koşuludur. Ancak bunun da ötesinde, şiddetin karşısında sözün ve hakikatin güçlü aktörlüğünün inşası gereklidir. Bütün biçimleriyle ve katmanlarıyla (fiziksel, sembolik, eril, vd.) şiddetin karşısında radikal, etik ve aktif bir tutum alarak yaşamlarımızdan söküp atmayı hedeflemedikçe demokratik bir toplumu var edemeyiz; hep bu inançta oldum. Ne PKK şiddetini ne de devletin yurttaşa şiddetini onaylayan bir tutum içerisinde asla olmadım.

Yaşadığımız yüzyılın, şiddet çağı olan 20. yüzyıldan gerçek manada farklı bir dünyayı doğurabilmesi için sözün, konuşmanın, diyaloğun, müzakerenin temel ihtiyacımız olduğunu savundum.

Yeşil Sol Parti üyesi ve HDP MYK üyesi olduğum dönemde, eşitsizlikler, adaletsizlikler, acılar arasına ayrım ve hiyerarşi koymaksızın söz söylemeyi hedefleyen ‘Türkiyelileşme’ siyasetinin şiddeti köklü ve kalıcı biçimde sonlandırabilme potansiyeline inandım.

Birbirini önyargılardan uzaklaşarak duyan, konuşan, anlayan yurttaşların çoğalması ülkemin kaderini yoksullar, fazladan görülenler ve yok sayılanlar lehine değiştirebilirdi. İktidarların, profesyonel siyaset erbablarının konuşup gençlerin öldüğü bir gerçeklikten ülkenin Türk, Kürt, Ermeni, Laz, farklı etnik, inançsal, cinsel, politik kimliklere sahip gençlerinin birbirleriyle konuştuğu, tartıştığı, birlikte eylediği demokratik barışçıl atmosfere geçişi heyecanla arzuladım.

Beni hakikat anlatıcılığıyla, sözün gücüyle, vicdanın sihriyle bir şeyleri değiştirebilmenin mümkün olduğuna kuvvetle inandıran ahparig Hrant Dink’in ruhuydu. Aktif siyasetten uzaklaştığım ve Kanada’da akademik çalışmalarıma odaklandığım son 4 yılda da şiddetsizlik, barış ve sevgi dilinden ayrılmadım.

Tam 7 yıl sonra hazırlanan bir iddianame ile şahsıma yöneltilen akla ziyan suçlamalar, bilhassa, tek bir delil dahi olmadan “talimatla hareket ettiğim” ithamı son derece ağır bir manevi şiddettir. Hele ki, Türkiye’deki sol-sosyalist partilerin bürokratik yapılanmalarını, gençleri eşit özneler olarak konumlandırmayan gerontokratik kodlarını, yaş, deneyim ve cinsiyet temelli hiyerarşiyi kıyasıya eleştirmiş, dönüştürmeye çalışmış ve bu konularda akademik araştırmalar yapmış biri olarak, “talimatla hareket etmenin” imasını bile kişiliğime, kimliğime yöneltilmiş bir şiddet olarak görürüm.

Yapılmakta olan, masumiyet karinesinin, lekelenmeme hakkının, adil yargılanma hakkının ağır bir ihlalidir. Hakikatle ithamlar arasındaki keskin ve ironik tezatlık o denli ayan beyan ortada ki, çoğunluğu memleketim Akhisar’da yaşayan farklı görüşlerden akrabalarımız, köylülerimiz, Türkiye, Kanada ve dünyanın dört bir yanından aydın, akademisyen, öğrenci arkadaşlarım, üniversitem, dostlarım, ailem ve eşim hukuk arayışımıza ve mücadelemize ilk andan beri muazzam bir destek vermektedirler, Hannah Arendt’in dediği gibi, “iktidardakiler her tür tertibe girebilirler, ama hakikatin yerini alabilecek geçerli bir şeyi ne keşfedebilir, ne de icat edebilirler.” (Geçmişle Gelecek Arasında, 1996, s.349). Bütün politik kötülükler er ya da geç kamunun vicdanında mahkum olur, modern tarihin bize öğrettiği budur.

Geçtiğimiz Kasım ayı içerisinde sayın Adalet Bakanı Abdülhamid Gül’den birkaç kez şu cümleyi işittik: “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun. Bizim yargıçlardan, yargı mensuplarından beklediğimiz budur."

V. Charles’ın halefi I. Ferdinand’a ait olduğu söylenen bu kadim vecizenin “dünya yıkılsa adalet yerini bulmalıdır” (Fiat justitia, et pereat mundus) sözünün bugün yetkili ağızlardan hatırlatılıyor oluşu manidardır. Aslında nacizâne beklentimiz, ne kıyametin kopması ne dünyanın yıkılmasıdır; anayasal bir zorunluluk olan AİHM ve AYM kararlarının uygulanmasıdır. İnsan yaşamının ve haklarının kutsal sayılması ve gereğinin yerine getirilmesidir.

Gözaltına alındığım ilk andan itibaren varlığını yanımda hissettiğim, mektuplarıyla, mesajlarıyla, duaları ve iyi dilekleriyle desteklerini sunan herkese ayrı ayrı teşekkür etmek isterim.

Eğer bir “örgüt”le irtibatım kurulmak isteniyorsa, bulunacak tek adres, birlikte çalışmaktan onur duyduğum ülkenin ve dünyanın yüz akı akademisyenleri, aydınları, yeryüzünü daha iyi bir yer haline getirmeye uğraşan aktivistleri, dostlarım, akrabalarım, ailem ve eşimden oluşan koca bir iyi insanlar grubu olacaktır.

Haklılığın verdiği inançla, hep yapmaya çalıştığım gibi, kimseyi incitmeden, entelektüel dürüstlüğü kaybetmeden, çıkarsız olarak hakikatin, aklın, vicdanın, insanlık, doğa ve tüm canlılar için ortak iyinin peşinde koşmaya devam edeceğim.

Evrensel hukuk norm ve değerlerinin, ve elbet aşkın, dayanışmanın ve iyiliğin kazandığını mutlaka göreceğiz. Özgür günlerde görüşmek dileğiyle,

Cihan Erdal   Şubat 2021

Sincan F2 Cezaevi