İsmail DUYGULU

İsmail DUYGULU

ofisavukatlik@gmail.com

Yağmur suları ve kentlerimiz

Kış şartlarında yağmur yağıyor ve köylüler yağmuru “bereket” olarak görüyor. Ama kentliler için yağmur bir felakete dönüşebiliyor. 

Bir belediye başkanı neye bakar? Belediye başkanları, yağmur yağarken, betonlaşan kentlerin yağmur sularını salmadığını ve gitmek isteyen yağmur suyunun coşup, taşıp sel haline gelmeye başladığını, yolların sel olduğunu, yayaların yollardan geçemediğini, daha fazla suların birikmesiyle araçların dahi yollarda kaldığını görür mü?

Bir belediye başkanı nereye bakar? Yağmur yağarken, “arap kızları” gibi, camdan bakarlar mı? Bakarlarsa, yağmuru, birikmiş suları, suları salmayan betonu, sel haline gelen yağmur sularını, insanların sel suları ile boğuştuğunu, sırılsıklam olduklarını görmez mi?


Bir kentli, bir kente nasıl bakar? İçinde yaşadığımız kentin, en basit doğa olayı olan yağmur karşısında kenti, teslimiyetini görmez mi? Kentli yağmur suyunun yarattığı sel felaketine bakmak yerine, belediye başkanının imajına, yakışıklılığına mı bakar?
Antalya her yağmur yağdığında, sel olur, göl olur, insanlar yollardan geçemez, araçlar yollarda kalır. Araçlarını yol kenarına çekmek isteyen insanlar, paçalarını sıvarlar ve bir yandan araçlarını iter, bir yandan direksiyon hakimiyeti kurmaya çalışır. Bu arada sürücüler, aracının bujisi yağmur suyundan ıslandığı için, olduğu yerde az biraz beklese, sonra marşa basıp aracını yeniden çalıştırsa, tabi bunu bilmez ve yapmaz. Sürücüler yolda kalan arabasına küfür eder durur. Oysa yağmur sularının kenti yaşanmaz hale getirmesine neden olan, yağmur sularından etkilendiği için, istop eden araç değil ki?

Yağmur ve su, o kadar değerli ve yaşam için o kadar gerekli ki, doğanın kurucu bileşenleri. Canlılar için bir ihtiyaç ve aynı zamanda bir hak. Yağmurun belirli bir orandan sonrası, kentte yaşayanların yöneticilerinin gerekli önlemleri almaması nedeniyle, tehlike oluşturmaya başlaması, yani kararından fazlasının betonlaşan kentlerde sorun haline gelmesi, kent yönetiminin temel konularından olmalı.

İnsan önce kendine bakmalı

Kentli önce dönüp kendine bakmalı. Yağmurların yarattığı sorunlar, biz kentlerde yaşayanlar için temel konulardan birisi değil mi? Her ıslandığımızda aklımıza gelen, kuruduğumuzda ise unutuverdiğimiz bir konudur, yağmur sularından oluşan sel felaketleri. Bir kentin yağmur drenaj sistemi, diğer bir çok konunun yanı sıra o kadar önemli ki, bunu yağmur suyunda kalmış, elbiseleriyle, ta içine kadar ıslanmış olanlar anlayabilir, bilebilirler. “Damdan düşenler, damdan düşenin halini bilir!” Her gün, Antalya’da yaşayan ve yağmurlu bir havada sokaklarda yürüyen insanlarımız bunu yaşar ama nedense, anlamaz ve bilmez sanki.
            Eski bir zamanda birgün, araçla dahi hareket etmenin zor olduğu bir anda, şemsiyesi ile yağmurdan kendisini korumaya çalışan ve fakat zorlanan bir kadının yol kenarında kala kaldığını gördüm. Kadına aracıma binmesini, gideceği yere götürebileceğimi söylediğimde, bir yere gitmeyeceğini, ama karşıya geçmek isteyip de, geçemediğini söylemesi karşısında, “bu kenti yönetenlere oy vermemek lazım!” dedim. O da, Büyükşehir Belediye başkanını kastederek, “Menderesçiyim ama, böyle nasıl olacak bilemiyorum?” diye yanıt vermekten geri kalmadı. Evet, Menderesçi ama, yağmur suları altında kalmış ıslanıyor ve evine gidebilmek için, yolun karşı tarafına geçemiyor.

Bugün büyükşehirde Muhittin BÖCEK var, durum farklı mı? Ben önceki büyükşehir belediye başkanı ile şimdiki belediye başkanı arasında herhangi bir fark göremiyorum. Antalya aşkına, Antalya’nın kurulduğu günden bu güne, doğal iklim koşulları gereği, bol yağmur alan ve yağmurunu aldığı zaman da, sel olacak derecede ileri giden bir kent olduğunu artık bilelim ve buna uygun projeler geliştirelim. Betonlaşan kentte yaşanılan bu sorun, falez bandının aydınlatılmasından, Konyaaltına su parkı yapılmasından, alt geçitlerden daha önemlidir ve alt geçitler de trafik sorununa bir çözüm olmamakta, aksine “keskin sirke küpüne zarar!” tarzında, her yapılan proje, bir önceki durumu daha da kötüye götürmekten daha başka bir işe yaramıyor.

Yapılanlar yapılmasın anlamı çıkmasın ama, yağmur sularının yarattığı felaketi önleyebilmek için, sadece yağmur suyunun drenajı değil sorun, ondan öncesi kentlerin anayasası olan imar mevzuatının delinerek, her Meclis toplantısında mutlaka bir imar değişikliği, kentin yeşil alanlarının betonlaştırılması yatıyor. Bunun için ciddi bir zihniyet değişikliğine ihtiyacımız var.

“İşimiz hizmet, gücümüz millet!” derken, yapılan işlerin göz boyamak değil de, gerçekten işe yarayan işler olduğu önemli değil, yatırım olsun, göz boyansın yeter. Böyle bir bakış yerine, yapılan her türlü projeye onca para aktarıldığı, bu paraların, kentlilerin geleceğini ipotek altına aldığını bilerek harcanması gerektiğini anlamak ve buna uygun bir sorumlulukla hareket etmek gerekiyor.

Yerel düşünelim

Merkezi olarak belirlenmiş “Sen Antalya’sın, Büyük Düşün!” derken bir önceki büyükşehir belediye başkanı, aslında her yerde, herkese aynı şekilde söylendiğini, insanlarımız bilmeli ve bu aldatmacaya bir son verebilmeliydi. “Sen Türkiye’sin, Büyük Düşün!”, “Sen Isparta’sın, Büyük Düşün!” ve nihayet “Sen Antalya’sın, Büyük Düşün!” Herkesin ve her yerin milliyetçi, şoven, memleketçi yanına hitap ederek, hamasi nutuklarla onların oyunu almaya kalkışması, AKP’nin esasen Türkiye’ye verebileceği şeylerin sona erdiğini ve artık çan eğrisinin aşağıya doğru kaymaya başladığını gösteriyordu. Ama mevcutta, gerçekten alternatif olabilecek bir siyasi parti henüz yok ve yerine seçtiklerimiz de aynı vasatlığa devam ediyorlar.

İşte bu amaçla bir kent nasıl olmalı, kentte nasıl yaşamalı, bunu kentliler olarak düşünmeliyiz. Ekolojik sorunlar üzerine düşünen, havamıza, suyumuza, toprağımıza sahip çıkan ve atıklarımızı geri dönüştürme üzerine kafa yoran belediye başkanlarını seçebilmeliyiz. Ama öyle mi oluyor? İnanç üzerinden eline aldığı “Kur’an ile” ya da diline doladığı ulusal söylemlerle hamaset yapanlara oy vermeye devam ediyoruz hala. Yani bugün iktidar olanlar, alternatifsizliğin alternatifi olmanın ötesinde değildir.
Şimdi, yerellerde iktidar olanların karşısında, farklı bir proje ile gelen, örneğin kentin havasını, suyunu, toprağını, yağmurla gelen sel felaketlerini, trafiğini, otopark sorununu, ısınma ve enerji sorununu gündeme getiren ve bunun üzerine tartışan bir parti ya da aday var mı? Yok. O halde, bugün var olan bütün partiler mevcut düzen partileridir ve iktidarıyla muhalefetiyle aynı partilerdir ve adaylar da farklı değildir. Örneğin, bir çok yerde iktidar partisinin aday yapmadığı eski belediye başkanları, muhalefetin adayları olmuşlar ve iktidar ile muhalefetin farklı olmadıkları böylelikle kanıtlanmıştır.

Güç ve iktidar kimdeyse?

Toplum olarak “mağara insanı”[1] olmaktan kurtulamadığımız için, Ortadoğu’nun tipik insanları olduğumuz için önümüze konulan seçeneklerden en lidervari, pederşahi olanlarını seçerek, yönetime, daha doğrusu başımıza getiriyoruz. O halde, yağmurdan kaçarken doluya tutulmayalım ve mevcut iktidardan kaçarken, muhalefetin şerrine yakalanmayalım. Şimdi bir eksi, bir artı düzlemde baktığımızda, iktidarda olan partilerin karşısında muhalefet partileri olarak aklımıza gelenlerin düşünme tarzları, programları nasıl, buna bakmıyoruz. Zorunlu olarak iktidarın karşısında en güçlü seçenek aklımıza geldiği için, ikili bir oy kullanma anlayışı geliştiriyoruz. Oysa hayat böyle değil ve “tehlikenin farkında olanlar!”, tehlikenin de tehlikesini unutarak, hali hazırda yaşadıkları ya da korkusu içine düştükleri tehlikeden kaçarken, bizleri en güçlü seçeneğin girdabına sokmaya kalkışıyor. Peki bizi muhalefette bulunan en güçlü seçenekten kim kurtaracak?

Önceki dönemlerde büyükşehir belediye başkanlığı seçimlerinde, iktidar bulunan başkana karşı geliştirilen argüman “Hocayı CHP ile bir tutmamak lazım, üniversiteden geldi, kentin belediye başkanı olacak!” tezine dayanıyordu. Hoca’ya oy vermemizi isteyenler, Hocanın Üniversitelerarası Kurul Başkanı iken, mevcut YÖK’ün baş örtüsü hakkında ılımlı uygulamalarına karşı sert çıkışlarıyla ünlendiğini, bu anlamda en güçlü seçeneğin adayı haline geldiğini, oysa bugün, en güçlü seçeneğin adayının öne çıkmasına ya da ün kazanmasına neden olan ve o karşı çıktığı başörtüsünün muhalefetin de açılımları arasında yer aldığını hatırlamak gerekiyor.

Bir başka hatırlamamız gereken de, -detayı başka yazının konusu- Osman ŞANAL Antalya’da görevlendirildiğinde önüne konulan üç dosyadan birisi Hoca’nın dosyasıydı ve bunun zoruyla Hoca soluğu Pensilvanya’da almış, “etek öpmüş” ve o dönem gücü elinde tutan, bugün ise “terör örgütü” olarak yansıtılan gücün önermesi ile en güçlü seçenek birlikte hareket etmeye başlayacaktı.

Bize iyi insanlar mı gerekli?

Diyelim ki, herhangi bir belediye başkanı “iyi bir insan” olabilir. Peki, reel, tartışılmaz sorunlarımız üzerine ciddi proje üretmeyen bu “iyi insanlar”ı daha ne kadar taşıyacağız?

Bunları söylerken, yerel seçimlerde hangi partiye ya da adaya destek verilmesi veya oy verilmesi manasında değil, artık siyasetin aynılaştığını, tekleştiğini, birbirine benzer hale geldiğini, bu siyasetin ise yeni bir değişikliğe ihtiyaç duyduğunu ifade etmek için söylüyorum. Yani A ya da B adayını, A ya da B partisini değil, mevcut siyasetin tümden terk edilmesi gerektiğini, yerine farklı bir tarzın geliştirilmesi gerektiğini ifadelendirmeye çalışıyorum.
Ben kararımı en hamasi haliyle verdim, “arkadaşıma oy vereceğim!” Arkadaşım ne mi yapacak? Hiçbir şey. Diğerlerinin yapmayacağı gibi, o da hiçbir şey yapmayacak. Çünkü onun da zihniyet değişikliğine ihtiyacı var. Neden mi oy vereceğim? Oy vermek yurttaşlık görevi olduğu gibi aynı zamanda hak. Önüme getirilen alternatiflerden hiçbirisini beğenmiyorum. Kendim de bir alternatif koymadığıma göre, en yakın arkadaşıma oy vermeyi, ehven-i şer olarak görüyorum. Çünkü, herhangi bir iktidar ya da muhalefet adayının büyükşehir belediye başkanı olduğu yerde, seçilen belediye başkanı yağmur sularının önüne geçmek ve yaya insanların, en yoğun yağmurda bile rahatça yürüyebileceği, yol ve kaldırım kenarlarına suların geçişini kolay kılacak kanallar açarak, üzerlerini ızgaralayıp, bu soruna bir çözüm üretmekten bahsetmiyor ve yağmur sularından evine gidebilmek için yolun karşı yakasına geçemeyen kentli kadın, bu soruna parmak basmayan kişiye oy vermeye devam ediyorsa, işimiz epey zor demektir.

Bir de o yağmur suyunun tehlike haline dönüşmesine yol açan plan anlayışını terketmediğimiz sürece, gelin zorluğun çapını bir düşünün. Sizler ne yaparsınız, bunu bilmiyorum ama, kentin özkültürel ekolojik kentleşme sürecini takip etmemizin vakti zamanı geldi diye düşünüyorum. Bunun için kentin enerji sorununu çözmek anlamında, Dubai yerine Barselona’yı örnek almak varken, Dubai’nin yapma bir kent peyzajına aldanan büyükşehir belediye başkanının kent bilincini açığa çıkarmak gerekir. Örneğin St. Petersburg’u örnek almak ve kentin tarihi ve mimari dokusunu korumak varken, maket kent tasarımları ile uğraşmanın yanlışlığını anlamak gerekir. İspanya’nın Barselona kenti, güneş ışığından en çok yararlanan ve kent yönetimi tarafından güneş enerjisi üretimine dair, yenilenebilir enerji çalışmalarının desteklendiği tek kent. Antalya, Barselona’dan daha fazla güneş ışığı alan kentlerden birisi iken, maalesef Antalya’da Kent Konseyi’nin Çetin Göksu hocaya verdirdiği birkaç konferansın ötesinde adım atılmadı. Seçilen bir başka büyükşehir belediye başkanı da, Alakır nehri üzerinde kurduğu HES projesi ile nehri kurutma yarışına katılan bir enerji şirketinin sponsorluğunda Güneş evi örneklemesi yapmıştı. Zihin ve ruh olarak işin güvensizliği, örneğin görülmesini, emsal alınmasını önledi. Henüz pratik bir sonuç elde etmediler ama Muğla’da seçilen bir başka büyükşehir belediye başkanının çabası, Antalya’dan daha ilerde görünüyordu. Ama oradan da olumlu bir sonuç ortaya çıkmadı.

Nasıl bir planlama?

Bir kentin en büyük ölçekte planlanması, kentin topraklarının bir bütün halinde algılanarak, yeşil alanları, tarımsal karakterli alanları, parkları, ortak diğer alanları bir bütün halinde planlanmalı ve gerektiğinde, kentin içinde yaşayan insanlar mağdur olmayacak şekilde, kent arazileri arasında takas yapmak suretiyle haksızlıklar önlenebilmelidir.

Yıllardır tartışılan Antalya’nın Kırcamisi’nde yaşayan yurttaşlarımızın imar sorunu, kentin kangren sorunu haline geldi. Doğal sit alanı ilan edilen özel mülklere uygulandığı gibi, hazineye ait başka araziler arasında gerçekleştirilen takas, kentlerdeki tarımsal karakterli araziler için de uygulanabilir ve yanı başındaki arazi sahibine kat üstüne kat rantı verirken, diğerine “sen camekanın içinde pişeceksin!” diyemezsiniz.

Peki bunu nasıl çözeceksiniz? Kent arazileri arasında takas yöntemini geliştirmek bir yöntem olabilir. Başka yöntemleri de konuşmak gerekir. Ama hangi belediye başkan adayı, bu konular üzerine sohbet açar ki? Hem iktidardaki, hem de muhalefetteki, bilmiş bir:“tarımsal karakterli arazileri korumak gerekir!” Evet de, yurttaşı mağdur etmeden bir yol bulunamaz mı? Yani hem toprak korunup, hem de yurttaşlar arasındaki haksızlıklar giderilemez mi?

Her apartman kendi otopark sorununu, yalıtımını, bahçe çevre dizaynını düşünmesi ve çözmesi gerekirken, bunları erteleyen, apartmanların otopark sorunlarını dahi çözüm üretmeden ruhsat veren belediyecilik anlayışını daha ne kadar sürdürebileceğiz?

Hayvan hakları savunucuları, “sokak hayvanlarını düşünmeyen, onlar için üzerlerine düşen en basit, aşılama, bakımevi merkezleri kurmayan ve kurdukları barınakları hapishane gibi işleten yerel yöneticilere oy vermeyeceklerini” açıklıyorlar. Bunun gibi yerel sivil örgütler kendi alanlarında taleplerini dile getirmeli, önümüze konulan seçenekleri hiç değilse bu yönde zorlayabilmeliyiz.

Örneğin Antalya’da Kent Konseyi, kurulduğu günden bu güne, en zayıf günlerini yaşıyor. İlk kurulduğu dönemde rağbet gören Kent Konseyi, ardından gelen yönetimler tarafından adeta işlevsiz hale getirildi ve amacından saptırıldı. Yasal olarak da oluşturulan Kent Konseylerine gerekli önemi verilmiyor, yönetimler de gerekli desteği vermekten kaçınıyor ve etkisiz oluşumlar olarak bırakmaktan geri durmuyorlar. Kimse doğru dürüst Kent Konseyi çalışma gruplarının toplantılarına gitmez, yeterli heyecanı duymaz oldu. Peki hangi belediye başkan adayı, bunun üzerine düşünce geliştiriyor?

Isınma sorunu ve kirlilik

Seçim tartışmalarının odağında yer alan, “kömür dağıtımı” konusunun ötesinde, kentin hava kirliliği ve ısınma sorunu üzerine hangi belediye başkanı adayımız düşünce geliştiriyor? “Kötü kömür” kötü de, “iyi kömür” mü var ki? Antalya artık yavaştan doğalgaz tüketimine geçiyor. Ama bu çözüm mü? Bütün fosil yakıtlar, doğal gaz da dahil, kentin kirlenmesini bırakın, yeryüzünün ve atmosferin kirlenmesine neden olmaktadırlar. Bunun yerine rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji ve aynı zamanda, yaptığımız yapıların yalıtımının gerçekleştirilmesi suretiyle, ısıtmaya daha az enerji sarfedilmesi gibi konularda kim konuşuyor? Böylesine “havadan işler”le kim uğraşır?

Musluktan su içebiliyor muyuz?

Kent sularını artık içemiyoruz. En azından Türkiye’nin başkenti Ankara’da ev ve işyerlerinin musluklarından su içilemez durumda. Kent şehir su şebeke boruları eskidi, borular asbestli ve sağlıksız ve sularımız “bok”lu. Hangi Müslüman aldığı abdestin geçerli abdest olduğunu söyleyebilir? Kentlerde yaşayan Müslümanlar abdestlerinin ne kadar geçerli olduğunu, abdest aldıkları suların analizini yaptırdıktan sonra anlayabilirler. Özellikle yağmur yağdığı zaman, kent şehir şebeke borularına dışarıdan her türlü atık karışmakta ve kirlilik oranı artmaktadır. Su dağıtım şebeke borularının asbestinden daha yakınmadık. Evlerimizde damacana su satın alarak içme suyu ihtiyacımızı, ilkel şartlarda karşılıyoruz. Peki bunun maliyetini, arkasındaki zihniyeti hiç düşünüyor muyuz? Hangi belediye başkan adayından, buna ilişkin bir çözüm önerisi ya da söz duydunuz? Ancak teslim etmek gerekir ki, “Antalya’da su musluktan içilir!” sözünü panolara asan Muhittin BÖCEK’i alkışlamak gerekir. Başka kentlerde var mı bilemiyorum ama kentlilerin su sorunu en temel sorunlarındandır. “Sudan işler”le uğraşmak, kentlilerce “ciddiyetsizlik” olarak algılandıkça, hamasete prim verildikçe, “mağara insanı” olmaya devam edeceğiz.

Boktan işler, denizlerimizi kirletiyor

Kentin kanalizasyonunun arıtılması bir dönem ciddi bir tartışma konusuydu. Geldik şimdi bu arıtmanın gerçekten yapılıp yapılmadığına. Arıtma sistemleri, otellerde olduğu gibi, zaman zaman enerji tasarrufu yapmak amacıyla çalıştırılmıyor ve atıklar olduğu gibi denize, derin deşarj yöntemiyle salınıyor. Yakın zamanda Antalya Körfezi’nin kokmaya başlaması muhtemel olaylardan. İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir Körfezini temizlemek için neler çekti. Biz Antalya Körfezini kirletmeye başladık bile. Peki bunun yerine, daha ileri giderek, kanalizasyon sistemi üzerine düşünsek, arıtmada gerçekleştirilebilecek tam arıtma sonrasında ortaya çıkan suları, kentin bahçe ve tarımsal sulamasında kullanmak ve buna dair yeni bir şebeke sistemi geliştirmeyi, diğer yandan arıtmadan ortaya çıkan katı atıkları da oksitleyerek gübre haline getirsek ve tarımsal alanda, bedava kullansak, nasıl olur? Hangi belediye başkanı bunun üzerine düşünüyor ki? Öyle ya, “boktan işler”le kim uğraşır?

Tek tek konuları yazmaya dur demek lazım, değilse yazı tamamen okunmaz hale gelecek. Daha pek çok reel sorunu oturup birlikte düşünebilir, düşünce fırtınası geliştirebilir ve çözüm bekleyen birçok sorunumuzdan söz edebiliriz. Ama bugün belediye başkan adaylıkları, yerelden tartışarak oluşturulan düşüncelerin insanları olmadığı için, kendilerinin dahi inanmadıkları ya da gerçekçi olmayan, hamasi projelerden bahsederek yönetime talip oluyorlar.
            Bize düşen, yarınımız için gerçekçi olmalıyız ve bu anlamda imkansız olanları düşünebilmeli ve siyaseti tümüyle yenileyebilmeliyiz.

 

[1] KAKU, MICHIO, Geleceğin Fiziği (2100 Yılına Kadar Bilim İnsanlığın Kaderini ve Günlük Yaşamımızı Nasıl Şekillendirecek?) ODTÜ Yayıncılık, 13. Basım, syf.14