Doğanın hakkıyla insanın hakkını bir tutan ve sadece insanın değil, tüm canlıların yaşam alanlarını devlet ve şirketlerin tahribatına karşı korumaya çalışan çevre savunucuları, Kültür Ekoloji Çevre ve İletişim (KEÇİ) Derneği tarafından İzmir’in Seferihisar ilçesinde düzenlenen Birinci Ege Ekoloji Buluşması‘nda bir araya geldi.
Ege’nin her yerinden ekoloji savunucularının deneyimlerini paylaşarak ekoloji mücadelesinin daha etkin hale getirilmesinin hedeflendiği buluşmaya, bölgeden Salihli, Bergama, Orhanlı, Kazdağları, Akbelen, Deştin ve Selçuk gibi ekoloji mücadelesinin devam ettiği birçok yerden katılım sağlandı.
14 Nisan’da Seferihisar Çağan Irmak Kültür Merkezi’nde KEÇİ Derneği Sözcüsü Baha Okar, maden ve taş ocakları, enerji santralleri ve turizm amaçlı yapılaşma nedeniyle Ege Bölgesi‘nde yapılan ve ekolojik yıkıma yol açan kâr odaklı projelerin insan yaşamının yanı sıra diğer canlılar ve doğal varlıklar üzerindeki etkisine dikkat çekerek “Lüks oteller, enerji, madenler uğruna ormanları, kıyıları, tarım alanlarını, köyleri yok etmek Ege’yi yok etmektir” dedi.
Seferihisar Belediye Başkanı İsmail Yetişkin programa mesaj göndererek gerçekleştirilecek atölyeler için verimli çalışmalar dileğinde bulundu.
Ardından Orhanlı Köyü Kültür, Doğa ve Spor Derneği’nden Galip Ener, Bergama Çevre Platformu Başkanı Erol Engel, Kaz Dağları Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Başkanı Süheyla Doğan, Akbelen direnişinden Nejla Işık ve Melahat Çulha, Avukat Arif Ali Cangı ve İsmail Hakkı Atal, Deştin Çevre Platformu Eş Sözcüsü Haluk Özsoy, Ege Çevre ve Kültür Platformu Sözcüsü Süleyman Eryılmaz, konuşma yaparak ekoloji mücadelelerine dair paylaşımda bulundu.
‘Doğayı ne yazık ki kanunlar korumuyor’
Galip Ener, konuşması sırasında şunları söyledi:
“Yıllar içerisinde hep uzaklardan duyardık, uzaklarda, şehirlerde bir şeyler olurdu, doğa olayları vesaire, biz hep uzaktan bakardık. Ama son yıllarda ne yazık ki artık bu olaylar, özellikle doğayı yok eden projeler her kılcallara kadar, köylerimize kadar, neredeyse evlerimize kadar, yaşam bilimlerimize kadar girdi. Biz Orhanlı Köyü olarak şanslıyız tabii ki. Çünkü 2012 yılında Doğa Derneği‘nin Doğa Okulu’yla tanıştık. Orhanlı Köyü’nde bir doğa hukuku, doğanın adaleti üzerine, tekrardan doğa kültürünü yaygınlaştırmak üzerine bir okul projeleri vardı Doğa Derneği’nin ve bu da şansımıza Orhanlı Köyü’ne gerçekleşti. Ben de Doğa Okulu’nun kurucularından birisiyim ve burada anlatılmak istenen bir şey var. Doğa kültürü üzerine, bunu yaşatmak üzerine bir araştırma yapmamız ve bunu artık anlatmamız gerekiyordu. Çünkü doğayı ne yazık ki kanunlar korumuyor. Doğayı bizler kuruyoruz, buradaki insanlar kuruyor, yereldeki kültür, yereldeki bilinçli direniş koruyor.”
‘Nerede bir yerel direniş var, orada kadınlar en önde’
Erol Engel, konuşması sırasında kadınların ekoloji mücadelelerindeki etkin rolüne vurgu yaparak şunları kaydetti:
“Türkiye’de 90’lı yılların başında Bergama‘da Ovacık altın madeni çevresinde 17 köyün başlatmış olduğu mücadele o günlerde ülkede siyasal iklimin karartıcı, mutsuzluğun yoğun olduğu bir dönemde, toprağına, havasına suyuna sahip çıkan bu köylüler 90’lı yılların başından başlayıp da halen devam eden bir mücadeleye başladılar ve bu mücadele köylülerin kendi nitelendirmeleri ile ‘yılanın ağzında kuş gibi çır çır çığırdığımız günler’. O günlerde en büyük dayanışma, aynı burada olduğu gibi Türkiye’nin dört bir tarafından üniversitelerin, yüreği doğadan halktan yana atan insanların dayanışmasıyla Bergama mücadelesi yıllar içinde büyüdükçe büyüdü ve Türkiye’nin birçok yerinde umut oldu. Bugün geldiğimiz nokta itibariyle, yanılmıyorsam sekiz yıl önce Bergama’da bir ekoloji buluşması gerçekleşmişti. Ekolojik Birliği’nin temelleri yine Bergama’da atıldı. O günlerin belgeselini izlemişsinizdir, bu konuda yazılanları okumuşsunuzdur ama hepsinin özeti, o mücadelelerinin motor gücü her zaman kadınlar olmuştur.”
Süheyla Doğan, Kahramanmaraş depremleri sonrası afet yönetiminin bir afete neden olduğunu aktararak, şu ifadeleri kullandı:
“Nerede bir yerel direniş var, orada kadınlar en önde. Bunun ceremesini çok çekiyorlar. Yadigar tohumu saklayan toprakla buluşturan onu üreten, kadınlar; ekolojik yıkımda, felakette en çok etkilenenler onlar, yaşama sahip çıkanlar, suyu kullananlar, savaştan en çok etkilenenler…
Son yaşadığımız doğal deprem ne yazık ki afete dönüştürüldü iktidarın politikaları yüzünden. Bu afette de en çok zararı çeken yine kadınlar, çocuklar. Buradan 11 ilimize de, orada yaşayan herkese, hem yaşamını kaybedenlere hem de yaralanan ve yakınların acısı içerisinde olan bütün halkımıza da hem başsağlığı hem de bundan sonraki dönem için kolaylıklar diliyorum. O bölgede çok büyük şu anda eko-felaket yaşanıyor.
Kampanyalar düzenliyoruz ama burada tekrar dikkatleri çekmek isterim. Afetin yol açtığı yıkımın, enkazlarının kaldırılması sırasında enkazlar bir yandan sulak alanlara dökülüyor, derelere dökülüyor, yaşam alanlarının kenarlarına dökülüyor. İçerisindeki ağır metaller nedeniyle ayrıca bizim için bir ekolojik felaket haline geliyor. Bu konuda bir sürü çalışma yapılıyor ama ne yazık ki iktidarın dinlediği yok.
Hâlâ o enkazlar hiçbir önlem alınmadan önemli yaşam alanlarımıza dökülüyor. Savaşlar, afetler zaten doğadan bir sürü kaynak götürüyor ve bu ne yazık ki devam ediyor. Hem enerji politikaları hem madencilik politikaları hem de tarım politikası yüzünden geldiğimiz dönemde hem kadınlar hem emekçi sınıfı çok zorluk çekiyor, hepimiz çok zarar görüyoruz.”
‘O kadar çok kaybımız var ki; zeytinlerimiz, ormanlarımız, havamız…’
Nejla Işık, Muğla İkizköy‘deki Akbelen ormanındaki yıllardır devam eden nöbete değinerek, şunları söyledi:
“Turizmiyle, zeytiniyle, mavisiyle, deniziyle, ormanlarıyla, yeşiliyle öyle güzel ki, ülkemizin her yeri cennet. Ama Muğla ayrı bir cennet ve bu cennetin içine maalesef 40 sene önce bir hançer sokulmuş. Üç tane termik santralle mücadele veriyoruz hemen hemen 40 yıldır ama dört senedir artık canla başla veriyoruz. Çünkü o kadar çok kaybımız var ki; zeytinlerimiz, ormanlarımız, havamız…
15 kilometre boyunca uzanan ölü bir cehennem çukuru var. Bizim mücadelemiz aslında İkizköy’de toprakla, temiz havamız, suyumuz diye başladı ve sonrasında da orman nöbetine dönüştü. Kendimizden, ‘ben’den geçip ‘biz’e döndü. Kendimiz için toprağımız gitmesin derken sonra toprağımızı bir kenara bırakıp buradaki ormandaki börtünün, böceğin, kuşun, kurdun yuvası gitmesin dedik. O ağaçların sesi olmaya çalıştık dört senedir.
Hakikaten söylediğimizde belki birçok insan inanamıyor; 637’nci gün, bugün. Oraya biz bir fiili olarak bir çadır konduk, sadece arada gidilip geliniyor diye düşünüyor birçok insan. Ama inanın bana, 637 gündür orada beş dakika dahi biz o alanı boş bırakmıyoruz. Hem köylüler olarak hem dışarıdan sizler. Bir çok bir çoğunuzu tanıyoruz zaten artık Akbelen Ormanı’ndan, nöbetinden, mücadeleden. Ben de hepinize diyorum ki iyi ki varsınız, iyi ki buluştuk.”
‘Akbelen Ormanı’na giremiyorlar çünkü orada bir direniş var’
Arif Ali Cangı, ekoloji mücadelesinde yerel direnişin önemine şu sözlerle vurgu yaptı:
“Aslında İkizköy hikayesi kendi hakkını meşru ve fiili olarak savunma ve koruma mücadelesidir. Bu yeni bir başlangıç. Yaşam alanlarının korunmasında hak mücadelesi, yeni bir başlangıç. Artık yasalar ne derse desin, mahkemeler ne karar verirse versin, Cumhurbaşkanından bakanına kamu görevlileri ne derse desin, İkizköylüler, Akbelen Ormanı’nı vermeyeceğiz, dediler. Bütün izinleri alınmış, hiçbir engeli olmayan orman kesimini Akbelen İkizköylüler fiilen durdurdular. Şu anda orada yürütmeyi durdurma kararı yok. Mahkeme kararı aleyhimize döndü, daha dava bitmedi ancak yürütmeyi durdurma kararı kaldırıldı. Buna rağmen Akbelen Ormanı’na giremiyorlar. Çünkü orada bir direniş var; haklı ve meşru bir direniş. Yaşamını korumaya çalışan geleceğini korumaya çalışan, geleceğe yaşanabilir bir dünya bırakmaya çalışan bir direniş var. Direniş bulaşıcıdır. Bulaşmaya devam ediyor, bulaşacaktır. Bütün Türkiye’ye yayılacak, bütün dünyaya yayılacak, yaşam böyle korunacak, böyle kurtulacak.”
‘Kapitalizm artık sona geldi, kapitalizm yıkılıyor’
İsmail Hakkı Atal, Akbelen’deki nöbetin örnek bir direniş olduğuna işaret ederek şunları ifade etti:
“Hani insanların zihninde bir öğretilmiş çaresizlik vardır. İkizköy direnişi bu öğretilmiş çaresizliği yıkıyor, yıktı. Hani bir akvaryumun içerisine balığı koyarlar. Ondan sonra bir cam blok koyarlar. Ondan sonra balık vurur geri döner, vurur geri döner. Ondan sonra cam bloğu kaldırdıkları zaman balık aynı yerden tekrar geri dönmeye başlar. Akbelen direnişi bu cam bloğun olmadığını Türkiye’ye de dünyaya da gösteriyor ve halkın gerçek gücü sermayeye ve halk düşmanı güçlere geri adım attırıyor. Kapitalizm artık sona geldi, kapitalizm yıkılıyor. Fakat bizim yaptığımız iş kapitalizm tamamen çökene kadar, bizim yaşam alanlarımızı kurutmasını engellemek. Kurtarabildiğimiz kadar toprağımızı, suyumuzu, havamızı, denizimizi koruyabilmek ve kurtarabilmek.”
‘Hukuk dediğimiz şey, sermayeye alan açmaya çalışıyor’
Haluk Özsoy, bir ekokırımı beraberinde getirecek bir çimento fabrikası yapılmak istenen Deştin’de, hukuki mücadelenin yetersiz kalması sonucu halkın direnişe geçtiğini aktararak, şunları söyledi:
“3 Nisan’da köylüler bir karar aldı ve o çimento fabrikası kurulmaya çalışılan bölgenin tırların geçeceği yolu kapattık. Ortaya büyükçe bir ateş yaktık. Etrafında zeybek oynamaya başladık, o tırları oradan geçirmeme kararı aldık. Jandarmayla karşılıklı olarak beş gün boyunca orayı tuttuk. Beş günün sonunda ‘şafak operasyonu’ diye tabir ettiğimiz bir operasyonla, şirketin ortak operasyonuyla jandarma bizi ekarte etti. Bu sırada şirket de zaten koordineli olarak tırlarını yaklaştırmıştı ve tırlarını geçirdiler. 11 arkadaşımızı -10 köylüyü ve bir belediye meclis üyesi arkadaşımızı- yaka paça yerlerde sürükleyerek, kadınları ittirerek, kaktırarak gözaltına aldılar. Biliyorsunuz böyle operasyonlar cuma sabahı karşı olur ki; iki gün daha tutsunlar. Biraz da öyle bize ders versinler falan diye. Fakat o dersi veremediler. Cumartesi akşamı bırakmak zorunda kaldılar. Çünkü baktılar ki konu başka bir yere gidiyor, çok ciddi bir tepki birikti…
Biz anladık ki burada ‘hukuk’ dediğimiz şey, bu sermayeye alan açmaya çalışıyor, oldu bittiye getirmeye çalışıyor. Dolayısıyla fiili direnişe başlamaktan başka bir şansımız kalmadı. Şu sözlerle kapatayım; ferman padişahın, dağlar bizimdir. Bu mücadelemiz hangi sınırlar içinde olursa olsun ilelebet devam edecek. Biz bu çimento fabrikasını yaptırmayacağız. Selam olsun herkese.”
‘Bizi istediğiniz kadar görmeyin: Sokaktayız, ormandayız, zeytin alanındayız’
Süleyman Eryılmaz, hakları tanınmayan kadınların ve LGBTİ+’lar ekoloji mücadelesinde ön planda yer aldığını hatırlatarak, hak mücadelesinin kapsayıcı olmasının önemine dikkati çekti:
“Bakın Türkiye’ye; iki kesim çok ciddi bir mücadele içerisinde. Sokakta kimler var? Kadınlar var, LGBTİ+‘lar var. Başka kimler var? Ekoloji aktivistleri. Ama biz de hayal kırıklığı içerisindeyiz. Bunu ifade etmek ve kayda geçirmek zorundayız. Ekoloji aktivistleri havasını, suyunu, toprağını, ormanını koruyan ekoloji aktivistleri, siyasi partiler tarafından niye görülmek istenmiyor acaba? Biz bunun politikasını, siyasetini yapmaya kararlıyız. Siz bizi istediğiniz kadar görmeyin. Biz işte sokaktayız. Biz ormandayız. Biz zeytin alanındayız.”
‘Arı bitti, zeytin bitti, ağaçlarda hiçbir şey kalmadı…’
Yapılan ödül töreninde KEÇİ Derneği, Akbelen’deki çevre savunmasından ötürü Melahat Çulha’ya zeytin fidesi takdim etti. Çulha, yaptığı konuşmada İkizköy’de zeytin ağaçlarının köylülere kestirildiğini hatırlatarak termik santrallerin Muğla’da yol açtığı tahribatı dile getirdi:
“Arı bitti, zeytin bitti, ağaçlarda hiçbir şey kalmadı. Her şeyimiz bitti. İnsanlarımız hep ölüyor. Buna bir çare bulalım, hep beraber, hep kişi.”
Kaynak: https://yesilgazete.org