İsmail DUYGULU

İsmail DUYGULU

ofisavukatlik@gmail.com

Dünya Anayasası mümkün mü?

Özgürlük mücadelesi, sınıf mücadelesi, hukuk mücadelesi bir Anayasa mücadelesi aynı zamanda. Bugün bir Dünya Anayasası mümkün mü?

Dünya Anayasa Yargısı Konferansı’nın yönü oraya doğru mu gidiyor? Avrupa Konseyi

Venedik Komisyonu[1], 1996 yılından bu yana bu yönde çalışmalar yürütüyor.

            Türkiye Anayasa Mahkemesi’nin de, 2013 yılında üye olduğu Dünya Anayasa Yargısı Konferansı (WCCJ), beş kıtadan (Afrika, Amerika Asya, Avustralya/Okyanusya ve Avrupa) 116 Anayasa Mahkemesini/Konseyini ve Yüksek Mahkemeyi bir araya getirmektedir. Dünya Anayasa Yargısı Konferansı demokrasi, insan haklarının korunması ve hukukun üstünlüğünün bir ana unsuru olarak anayasa yargısını –insan haklarına ilişkin kararlar dâhil olmak üzere anayasal denetim– teşvik etmektedir[2].

            Böyle bir projede ne gibi bir önermemiz olmalı? Bunun üzerine hiç düşündük mü?

            İnsan derisiyle kaplı anayasa

            Tarık Zafer Tunaya, Paris’in müzelerinden birinde, Karnavale’de, Fransız ihtilaline ilişkin eşyaları ve belgeleri seyrederken, gözleri salonun bir köşesine özenle yerleştirilmiş küçük bir kitaba takılır. Altındaki etiketi, eğilip, okur: ‘1791 Anayasası’ Biraz daha dikkatle bakınca alt satırlardaki şu cümle onu dondurur: ‘İnsan derisiyle kaplanmıştır’. Bu hatırası üzerine şöyle der: “Bu küçücük, rengi sararmış kitap karşısında hürriyet savaşlarının derinliğini, uzunluğunu, özgürlük denilen şeyin bedava olmadığını insan bir kere daha anlıyor. Sanki her Anayasa insan derisiyle kaplı…”

            “Yüzyılları kaplayan hürriyet savaşımlarının bu gibi izlerine, tarihlerinde bu anları yaşamış memleketlerde daima rastlanır. O zaman hür yaşamanın bedeli de açıkça anlaşılır. Hürriyetsiz yaşamaktansa, Londra Kalesi’nin bir kişinin zor sığabileceği hücrelerinde, zalimlerin dünyasından nefret ederek, kalın duvarlara tırnakları ile siyasal vasiyetlerini yazanların savaşıdır bu... Hürriyetsiz yaşamaktansa, 1620’de küçücük May Flower yelkenlisiyle Atlantiğin sonsuzluğuna atılmayı seçenlerin, uşak olmaktansa Magosa zindanında yaşamayı seçenlerin savaşı…”[3]

            Türkiye’de de bu süreç fazlasıyla yaşanmıştır. Bundan dolayı da Tunaya’nın bu sözleri çokça alıntılanır.

En başta doğa, içinde yaşayan canlılar ile insanlarımız kendi özellerinde mağduriyete uğramışlardır. Doğa birçok alanda yok edilmiştir. İnsanlar –hukuksuz ya da hukuka uygun- idam ve yargısız infaz edilmiş, derin devlet oluşumları meşru görülmüş, işkence ve kötü muamele normal kabul edilmiş, fişleme yasa eliyle yapılmış, insanlarımız izlenmiş, yasa ve hukuk önünde eşitsizlikler yaratılmıştır. 1980’li yılların başlarında Diyarbakır, Mamak ve daha bir çok cezaevinde tutuklu ve mahkumlara yapılan uygulamalar, Türkiye’de anayasada yapılan değişiklikler ile yeni anayasanın nelere mal olduğunun küçük bir örneğidir.

Türkiye nereye doğru evriliyor?

Türkiye’nin nereye doğru evrildiğini anlamak için, geçmiş tarihten bir örnek verelim.

“20 Temmuz 1932’deki hükümet darbesi, politik demokrasinin tamamını nasyonal sosyalist karşı devrim vasıtasıyla imha etmek yolunda yalnızca bir başlangıç idi. 28 Şubat 1933’te yayımlanan Reichstag Yangını Kararnamesi’yle[4] temel hukuk sistemi yürütme gücüyle ilgisinde belirlendi; 24 Mart 1933’teki Yetki Yasası’yla[5] da parlamentarizm kesin olarak tasfiye edildi… 10 Mayıs 1933’te bütün Almanya’da odun yığınları yakıldı. Goebbels tarafından ‘Alman-olmayan ruha karşı’ düzenlenen Berlin gösterisinde Almanya’nın hümanist yazını ateşe verildi. Kitapları yakmayı başlatan çağrı şuydu:’Sınıf savaşına ve materyalizme karşı, ulusal topluluk ve ülkücü yaşam uğruna! Marx’ın yazılarını ateşe veriyorum…’ Yalnızca Berlin’de Marx’tan Tucholsky’ye kadar 10 bin Zentner[6] ağırlığında sol yönelimli yayına el konuldu. Nasyonal sosyalizm işçi hareketinin Weimar Cumhuriyeti’ndeki durumunu tasfiye ettiği için, işçi hareketinin özgürleşme mücadelesine hizmet eden sosyalist hukuk kuramı da ilga edildi.”[7] 

            Türkiye’de ise 15 Temmuz 2016 darbe girişimi[8] arkasından gelen 20 Temmuz’dan itibaren Hükümet tarafından gerçekleştirilen OHAL uygulamaları[9] ile Kanun Hükmünde Kararname (KHK)lerin Anayasa’nın da üstünde bir nitelik kazanması, yukarıda anlatılanların izdüşümü niteliğindedir. 696 sayılı KHK'da[10] ise torba kanun uygulamasıyla, her bir kanunun şu ya da bu yanı değiştirildi. 16 Nisan 2017 Anayasa değişikliği referandumu[11] ile bu durum iyice perçinlendi.

            Hükümet FETÖ’nün hakim olduğu dönemde yargının ne kadar siyasallaştığı ve ne kadar kumpas delillerle davalar üretildiğini de kabul etti ancak, kendisine dokunanların dışındaki –özellikle toplumda kanaat önderi konumundaki insanlar hakkındaki davaları görmezden geldi.

            Şimdi böyle bir yönetim tarzı, Dünya Anayasası perspektifine hiç uygun düşmüyor. Çünkü bir yandan Anayasa yargısı etkin ve etkili olmalı, diğer yandan güçler ayrılığı ilkesi Anayasa’da hakim olmalı. Bu iki temel unsuru bertaraf eden mevcut sistem, Türkiye’nin Dünya demokrasileri arasında yer almasına uygun bir sistem olarak durmuyor.

            Anayasa Mahkemesinin tavrı

            Önceki dönemlerde Anayasa Mahkemesi önüne gelen KHK uygulamalarında, “olağanüstü hal ilan edilen yerlerde”, “olağanüstü hal süresince” ve “olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda” uygulanmak üzere, Anayasa’nın 121. maddesinde öngörülen KHK olup olmadığını belirlemek için yer, zaman ve konu bakımından inceleme yapmış ve gerektiğinde iptal kararları verebilmiştir[12].Ancak Anayasa Mahkemesi bu yaklaşımından da saparak, “Anayasa’nın 121. maddesi uyarınca çıkarılan dava konusu KHK hükümlerinin, Anayasa’nın 148. maddesinin birinci fıkrasının üçüncü cümlesinde yer alan “… olağanüstü hallerde, sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz.” hükmü karşısında, esasa geçilerek yargısal denetiminin yapılması mümkün değildir.”[13] diyerek, 20 Temmuz 2016’dan sonraki tarihte çıkarılan OHAL KHK’larına dair yetkisizlik kararı vermiştir.

               Ne yapılmalı?

          Bu noktada bir temsil çoğunluğuna ihtiyaç olduğu açık. Eğer var olan sistemin içinde güçler ayrılığı ilkesine uygun parlamentarist bir sistem söz konusu değil ise, ne gibi bir temsil ile insanların katılımı sağlanabilecektir? Bugün yerellerden doğru oluşturulan Kent Konseylerine dahi yeterli katılım yapılmamakta, yerel yöneticiler de Kent Konseylerini dikkate almamakta.

            Hükümet düzeyinde de varolan parlamento işlevsiz hale getirilmiş, doğrudan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adıyla bir sistem işletilmeye çalışılmakta ve bu sistemin ürettiği ekonomi, özgürlükler ve iç huzur ortada. O halde bu sistemin değiştirilmesi, daha demokratik hale getirilmesi, güçler ayrılığı ilkesinin uygulandığı bir sistemin oluşturulmasına ihtiyaç bulunmaktadır. O nedenle özgürlükçü adım, var olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde değil, güçler ayrılığının uygulandığı, gerçek demokratik halk iktidarı zeminindedir.

            Bunun üzerine kafa yormalı.

            Ekolojik ve demokratik bir anayasa

Türkiye’de yaşayanlar da değişimin bir ürünü olarak, ortak bir anayasa yapmanın uğraşını veriyor. Türkiye’nin gündeminde her daim Anayasa sorunu olacak ve bu bir mücadele yöntemi olarak da gündemde olacak. Önümüzde, yeniden yeni bir anayasa süreci var. İktidar bloku kendi anayasa önermesini hazırlayadursun, muhalefet bloku henüz net bir önerme koymadı. Her iki blok içinde yer almayan üçüncü yolu tercih edenlerin ise daha bir araya gelme süreci devam ediyor. Türkiye’de yaşayan insanlar olarak Anayasamızı hep birlikte yapmak üzere, kollarımızı sıvamalı ve bunun üzerine düşünmeliyiz.  

“Özellikle endüstri devrimi ve aydınlanma düşüncesi ile beraber hukuk sistemleri, doğayı kontrol etmeye, ona egemen olmaya, onu düpedüz hegemanyası altına almaya yönelmiş sistemler olarak karşımıza çıkıyor.”[14]

Konuya bir sistem olarak yaklaşmak, diğer yanıyla iktidar ilişkileri, devletin kendini koruma güdüsü karşısında, bireylerin haklar mücadelesi anayasa tartışmalarında öne çıkarılmalıdır. Biz yurttaşlar, kendi cephemizden, gelecek kuşaklarımızdan hareketle özgürce düşüncelerimizi ortaya koyabilmeliyiz. Artık şunu görmeliyiz: “Eski dünya tamamen yıkılmıştır. Ancak buna karşılık, yeni dünya henüz tam olarak doğumunu gerçekleştirememiştir. İçinde bulunduğumuz kriz dönemi bunun işaretlerini taşımaktadır. Bir tür ‘araf’tayız, yani ‘ara yer’deyiz. ‘Küreselleşme’ olarak vaftiz edilen, gayet zalim ve son derece büyük adaletsizlikleri içeren düzenin yerine mutlaka yepyeni, taptaze bir şarkı bulmamız gerekiyor. İşte biz o şarkıyı bulduk, ama tuhaf bir durumun olduğu da aşikâr. Hani, hepimizin başına zaman zaman gelmiş olan bir şeydir bu: Dinlediğimiz şarkı biter, ama bittikten sonra bir süre daha o melodi kafamızın içinde dönüp durur, şarkı beynimizde çalmaya devam eder. İşte şimdi biz de o durumdayız biraz. Mücadele ediyoruz kıyasıya, ama kafamızda hala o eski şarkı çalıyor…”[15] ve bizim yeni şarkıya başlamamıza engel oluşturmaya devam ediyor.

Demek ki ortada, “demokrasi”, “hukuk” ve başta ekonomi olmak üzere “sosyal” sorunların yanı sıra, ciddi “ekolojik” sorunlar var. Ama esas olarak kendi kafamızın içindeki eski şarkının üzerine yeni bir şarkı yazmamız gerekiyor. Temel sorun bu.

            Somutlarsak

            Peki hangi somut tahlilleri yapmamız gerekiyor ki, Dünya’nın ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu doğum krizinden, güzel sonuçlar elde edebilelim? Böyle bir soruya “Ekolojik Anayasa Girişimi” atölyelerinde yapılan tartışmalardan doğru, şu başlıkları dile getirmek istiyorum[16]:

            1-“Yeni anayasa”, insan merkezli (antroposentrik) değil, yaşam ve ekoloji merkezli (biyo/ekosentrik) bütünleşik bir hak anlayışını tercih eden, “demokratik ve ekolojik bir anayasa” olmalıdır.

            2-“Anayasada doğa” -türleri ve içinde var oldukları sistemlerdeki rolleri bakımından özgün olan tüm canlı ve cansız varlıklar-, bir “hak öznesi” olarak görülmelidir. “Ekolojik kriz, iklim değişikliği, kaynakların tüketilmesi ve doğanın tahribi” nedeniyle geleceği tehlikeye giren doğanın korunması için, doğayla etkileşim içinde olan her türlü faaliyet, hem bugünkü, hem de gelecek kuşaklar düşünülerek, yaşamın devamlılığı anlayışıyla yürütülmelidir. “Doğanın hakları” çerçevesinde, çevre sorunları ve kirlilik, bütünleşik ekoloji anlayışına uygun doğa emanetçiliği, ülkesel sınırlara hapsedilmemeli, evrensel bir işbirliği olmalıdır.

           3-“Anayasada insan”, çıkarları ve geleceği doğadan ayrı ve bağımsız bir varlıkmış gibi tanımlanmamalı; doğal bütünlüğün bir parçası olarak görülmeli. İnsana, çevreyi metalaştırma hakkı vermemeli.

           4-“Hayvan hakları”, tüm yönleriyle anayasal güvence altına alınmalıdır[17]

           5-“Vatandaşlık”, doğaya zarar vermemek ve gelecek kuşaklar adına onun emanetçisi olma anlayışına uygun olarak, ekolojik sorumluluk çerçevesinde yeniden tanımlanmalı ve bu manada, doğanın ve tüm diğer canlıların vekilliğini üstlenen, “ekolojik vatandaşlık” kavramına, anayasal bir içerik kazandırılmalıdır.

          6-“Devlet”, insan ve tüm canlıların doğayla iç içe özgürce var olma, tecrübe etme, düşünme ve hissetme hakkını korumalı ve gözetmelidir. Yurttaşın devleti olmalıdır, devletin yurttaşı değil.

          7-“Kamu yararı” ilkesinin ekolojik bakış açısıyla yeniden tanımlanması, doğa ile ilgili kamusal kararları denetleyecek özerk kamu denetçisi mekanizmasına anayasal güvence getirilmelidir. “Özel mülkiyet”, “kamu yararı”nın yanı sıra doğanın korunması amacıyla da kısıtlanabilmelidir.

          8-“Ekonomik sistem”, ekolojik olarak sürdürülebilir, sosyal olarak adil bir paylaşım öngörmelidir. Doğayla insanın etkileşimine dair her türlü ekonomik girişim için kullanılan “ihtiyatlılık” ilkesine anayasal bir içerik kazandırılmalıdır. Doğal sistemlerin kendini var etme ve yenileme yetisine zarar vermeyen, uyum içinde bir varoluş sağlamak için “ekonomik öncelik”ler değiştirilmeli, yapılan tüm insani faaliyetler, biyolojik kapasite göz önüne alınarak yapılmalı, “enerji üretimi”nde “yeni bir algı” oluşturulmalıdır.

         9-“Dilsel ve kültürel çeşitliliğin” biyolojik çeşitliliğin algısı ve yaşatılmasındaki rolü dikkate alınarak, farklı dillerin ve kültürlerin korunması ve kendini gerçekleştirme ve geliştirme hakkı anayasada güvence altına alınmalıdır.

         10-“Savaşlar”, canlı cansız doğanın, insanın, sosyal hayatın düşmanıdır. Savaşlar, doğal ve sosyal tüm sistemlere telafisi olmayan zararlar veren, insan eliyle yaratılmış felaketler olarak görülmeli ve önlenmelidir. Yaşamın korunması adına savaşlara karşı çıkmak herkesin hak ve ödevidir. Türkiye savaş politikalarından derhal vazgeçmelidir.

         11-“İktidar”, artık yeryüzüne inmeli, gerçek sahibi olan yurttaşlarla doğrudan buluşmalıdır. Bunun için güçler ayrılığı ilkesini öne çıkaran bir anayasa anlayışı geliştirilmelidir. Yurttaşların en geniş katılımının sağlanacağı bir seçim sistemiyle, özellikle barajın da kaldırılarak, daha demokratik bir hayatımızın olması için uğraşmalıyız.

         12-“Yerel karar alma mekanizmaları” güçlendirilmeli, halkın doğrudan katılımı vazgeçilmez ilkelerden kabul edilmeli, yönetimde “adem-i merkeziyet” ilkesi esas olmalıdır. Kent Konseylerine katılımcı bir tutum sergilemeli, bu oluşumların karar alıp vermede etkisini arttırmalıyız.

         13-“Hukuk”, insan dâhil, tabiatın parçası olan her varlığın hakları, canlı cansız öteki varlıkların haklarıyla sınırlıdır. Bu varlıkların hakları arasındaki çelişkiler doğanın bütünlüğü, dengesi ve sağlığı temelinde çözülmelidir. “Şeffaflık ve hesap verilebilirlik” ilkesine anayasal güvence getirilmelidir. Artık hukuk hayatımız, ekonomik hayatımız kadar öne çıkmıştır.

         14-“Su, tohum gibi başlıca doğal varlıklar” kaynak değil, doğanın bir parçası ve onlara bağlı yaşayan tüm canlılara ait, mülkiyete tabi olmayan, patentlenemeyen ve kamusal kullanımları ekolojik dengeler öncelikli tutularak güvence altına alınması gereken varlıklardır. Temiz suya erişim, gıda ve sağlıklı beslenme hakkı temel haklardandır.

         15-“Polis gücü”nün içişleri bakanlığı bünyesinde olması gibi, “askeri güç” de “Milli Savunma Bakanlığı” bünyesinde düzenlenmeli, başkaca erk verilmemelidir. Hollanda örneği gibi, “askeri güç” ve “Polis gücü” küçültülmeli, “vicdani red hakkı” anayasal güvenceye kavuşturulmalı, Devlet’in “sosyal hizmet” alanları geliştirilmelidir.

         16-“Ama”ların, “ancak”ların, olumsuzlukların ve yasakların değil, “özgürlükler”in ve “haklar”ın anayasası olmalıdır. Birey özgürlüğü öne çıkarılmalıdır. Bu nedenle, örneğin hani o “değiştirilemez” denilen Anayasa’nın mevcut 2. maddesi[18] şöyle düzenlenebilmelidir:

           “Türkiye Cumhuriyeti, toplum huzuru, dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan ve doğanın haklarına saygılı, demokratik, laik, özgürlükçü, ekolojik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”

           “Evet, eski melodi hala zihnimizde sallanıp duruyor ama, yeni şarkıyı yazmaya başladığımız da açıkça ortada!”[19]“Yeni anayasaya” ve mücadelesiyle onu kucaklayacak “özgür insan”a merhaba!

 

[1] Venedik Komisyonu, resmî adıyla Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu, anayasa hukuku alanında bağımsız uzmanların oluşturduğu, Avrupa Konseyi'nin bir danışma organı. Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra, Orta ve Doğu Avrupa'da anayasalar ile ilgili destek ihtiyacı nedeniyle 1990'da kuruldu.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Venedik_Komisyonu

[3] Tarık Zafer Tunaya; İnsan Derisiyle Kaplı Anayasa, Arba Yayınları, İstanbul 1988 (Kitap ilk kez 1979’da Çağdaş Yayınlarından yayınlanmıştır).

[4] 27 Şubat 1933’te Weimar Cumhuriyeti Meclis Binası’nda çıkan yangın bahane edilerek, bir gün sonra yayımlanan, temel hak ve özgürlüklerin büyük çoğunluğunu askıya alan kararname.

[5] Hitler bu yasayla meclise başvurmadan istediği yasayı yapma hakkı elde etmiştir.

[6] Almanya’da 50 kiloya, İşviçre ve Avusturya’da ise yüz kiloya karşılık gelen ağırlık birimi.

[7] Joachim PERELS, “Weimar Cumhuriyeti’nde Sosyal Demokrat Hukuk Kuramı”, Çeviren:Nazile KALAYCI, Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi, Editör: Taner YELKENCİ, NOTABENE yayınları, 1. Baskı, 2013,

[12] http://www.yasayananayasa.ankara.edu.tr/belgeler/yorumlar/ohal_khk.pdf

    https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/625637

   (Anayasa Mahkemesi’nin E.1990/25, K.1991/1 sayılı kararında belirttiği ve E.1991/6, K.1991/20, E.1992/30, K.1992/36 ile E.2003/28, K.2003/42 sayılı kararlarında sürdürdüğü içtihadı görüşü)

[14] Açık Radyo yöneticisi Ömer Madra’nın aktarımından, Ekolojik Anayasa, Yeşil Politika Kitaplığı, Editör: Mahmut Boynudelik, s.29

[15] Açık Radyo yöneticisi Ömer Madra’nın aktarımından, Ekolojik Anayasa, Yeşil Politika Kitaplığı, Editör: Mahmut Boynudelik, s.25-26

[16] Yararlanılan kaynak: Ekolojik Anayasa, Yeşil Politika Kitaplığı, Editör:Mahmut Boynudelik,

[17] 25.06.2004 tarihli 5199 syl. Hayvanları Koruma Kanunu, 4934 syl. Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesinin Uygun Bulunduğuna Dair Kanun, Hayvanların Uluslararası Nakliyat Sırasında Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi, Hayvanların Uluslararası Nakil Sırasında Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesine Ek Protokol, Bakanlar Kurulu Kararı (19 Haziran 1985 tarihinde Strasbourg'da imzalanan ekli "Hayvanların Uluslararası Nakil Sırasında Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesine Ek Protokol"ün onaylanması; Dışişleri Bakanlığının 6/1/1989 tarihli ve ÇTAK-55-123 sayılı yazısı üzerine, 31/5/1963 tarihli ve 244 sayılı Kanunun 3 üncü ve 5 inci maddelerine göre, Bakanlar Kurulu'nca 24/1/1989 tarihinde, 1989/13724 sayılı karar ile kararlaştırılmıştır.)

[18] Anayasa m. 2 – “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”

[19]Açık Radyo yöneticisi Ömer Madra’nın aktarımından, Ekolojik Anayasa, Yeşil Politika Kitaplığı, Editör: Mahmut Boynudelik,, s.39