İsmail DUYGULU

İsmail DUYGULU

ofisavukatlik@gmail.com

Bakış Açısı

Kökü Arapça’dan gelen, “kor” anlamındaki “cemre”, Şubat ayının 19-20’sinde “titrek ışıkların havada görünmesi” ile başlar ve önce havaya, 7’şer gün arayla suya, sonra toprağa düştüğü varsayılır.  Tasavvuftaki anlamı ile “temizlenme” ve “yeniden doğuş”u ifade eden cemre, Mart ayındaki Nevruz ile de yakından ilişkilendirilir.

“Nevruz” sözcüğü de, Farsçadan dilimize girmiştir. “Nev” (yeni) ve “ruz” (gün) sözcüklerinin birleştirilmesiyle, “yeni gün” anlamına gelmektedir. Eski İran takvimine göre yılın ilk günüdür ve güneşin Koç burcuna girdiği ilkbaharın başlangıcı sayılır. Doğanın uyanışını, canlanışını, yeniden dirilişini simgeler.[1] Kürtçede Newroz olarak telafuz edilmektedir.

Yeni bir söz edebilmek adına kimi zaman havaya, kimi zaman suya, kimi zaman da toprağa yazıyoruz. Nasreddin Hoca’nın gölü mayalamaya çalışması gibi, yazmak. Biz ne yazarsak yazalım, gerçek hayatın kendisini tarif etmeye asla yetişemiyoruz. Aslında biraz da ne anlatırsak anlatalım, ne yazarsak yazalım, karşımızdaki okuyucunun anladığı kadar anlatmış ya da yazmış oluyoruz.

Yaşam da böylesine ağır ağır ilerliyor ve sonu olmayan bir döngüyle devam ediyor. “Bir adım ileri iki adım geri”[2] kuralı her daim hayata geçiyor. Siyaseten hayatın arkasından koşuyoruz ve çoğu yerde gerisinde kalıyoruz.

Devrim

Devrimlerin temeli de böyle bir şey olmalı.

Devrim, bir toplumun ve bireyin yaşamında önemli işlevi olan kurumlaşmış yapıların geniş kapsamlı bir biçimde kökten değiştirilmesi ya da yenileştirilmesi, yeniden biçimlendirilmesi ya da belli bir alanda birdenbire gerçekleşen kökten değişiklik şeklinde tanımlanabilir ise eğer, toplumun ve bireyin yaşayışında, düşünüşünde bir değişikliği de barındırmaktadır, aynı zamanda.

Bir iktidarın yerine yeni bir iktidar koymakla yetinen devrimler, kısa süreli ve geriye düşmekle karşı karşıya kalacaktır. Devrimi salt siyasi iktidar değişikliğine indirgemek, insanlık tarihi açısından daralmış bir bakış açısının ürünüdür. Devrimi salt siyasi iktidar değişikliğine indirgeyen böyle bir bakışın kendisi, devrime karşı bir bakışa dönüşecektir.

Herhangi bir olayda geniş kapsamlı niteliksel değişme önce insanın zihninde, oradan bireyin ve toplumun yaşamında, nihayet toplumsal kurumlarda bir bütün halinde gerçekleştirilemediği sürece, geriye kayma gerçekleşecektir.

Fiziksel, biyolojik, psikolojik ve sosyal boyutları olan insanın sosyal ve siyasal alanda gerçekleştirdiği devrimin yanı sıra, ruhsal ve zihinsel alanda da devrim gerçekleştirmesine ihtiyaç vardır. Zihinsel ve ruhsal dönüşümle beraber sosyal ve siyasal alandaki dönüşümler atbaşı gitmez ise, devrimin geriye kayması ile yeniden ve sıfırdan başlanması gerekecektir.

Gerçek hayatta –fiili- uygulamanın (latince “de fakto”)[3] nasıl olduğuna baktığımızda, ortada saçma bir durumun olduğunu görüyoruz. O nedenle devrim cemre gibi, havaya, suya ve toprağa düşer gibi, önce bireye, bireyin zihnine, topluma ve siyasi kurumlara düşmelidir. Yani devrim Devletin kurumlarına ve topluma düştüğü kadar, birey olarak insana da düşmelidir.

Sisifos Söyleni

İnsanın yabancılaşması üzerine kafa yoran yazarlardan Albert Camus Sisifos Söyleni’nde, Yunan mitolojisindeki kahramanın bitmez, tükenmez çabasına gönderme yapar[4]. Saçma bir figür olarak “Sisifos, tanrılar tarafından bir kayayı durmaksızın bir dağın zirvesine kadar çıkarmaya mahkûm edilmiştir. Sisifos kayayı zirveye taşımaktadır, fakat kaya her defasında kendi ağırlığıyla ya da yukarıdaki zebanilerin itmesiyle yeniden aşağı düşmektedir. Tanrılar bu yararsız ve umutsuz cezadan daha korkunç bir eylem olmadığını düşünmüşlerdir” [5]

Evren ve yaşam böyle bir döngüyle devam ederken, insanlar da sanki böyle bir ceza ile cezalandırılmışlar gibidir. İşte toplumda, devlet kurumlarında yaşanılan devrimler, birey olarak insanı ve zihnini kucaklamadığı sürece, en yukarıdaki devrim geriye düşecek ve biz o devrimi yeniden yukarıya taşımak zorunda kalacağız.

Sosyal, siyasal ya da birey olarak psikolojik yaşantımızda değişim ve dönüşümün kimi görünür, kimi görünmez ama değişim ve dönüşüm ister istemez gerçekleşir. İnsanlığın bugünlere gelmesi, bugün yaşadıkları, tartıştıkları, sorun olarak gördükleri, çözüm olarak ürettikleri böyle bir döngünün sonucudur.

Cemre düşer gibi olmalı devrim, insana, topluma, kurumlara.

Evreni anlamamıza yol açanlar

Evreni kavrayışımızda iz bırakan bilim insanlarını ve ortaya koyduklarını incelediğimizde, Galileo Galilei'nin (1564-1642) 1630'lu yıllarda, “serbest düşüş halindeki bütün cisimlerin aynı sabit ivmeye sahip olduğu”nu göstermesinden başlayarak, Galileo'nin “hareket halindeki nesneler üzerine çalışmasını” temel alan Isaac Newton (1643-1727)’un, hareketin üç yasasının yanı sıra 1687'de, “Evrensel Kütle Çekim Kanunu”nu saptamış olması, her iki bilim insanının birbirini tamamlayan teorilerinden ortaya çıkan sinerjiyi bize yansıtır.

Bundan sonraki aşamada daha bir çok bilim insanı fizik teorisine ciddi katkılarda bulunmuşlar ve her biri, bir öncekinin teorisinden yararlanarak ilerlemiş, Albert Einstein (1879-1955) 1905 yılında, “ışık hızının daima sabit olduğunu ve ışık hızında, zamanın durduğunu ve kütlenin sonsuz olduğu”nu belirten “Özel Görelilik” makalesine ek olarak; 1916 yılında, “kütle çekiminin uzay ve zaman bükülmesinin bir sonucu olduğu”nu belirten uzay, zaman ve kütle çekimi doğasının temel teorisi “Genel Görelilik Teorisi”ni yayımlamıştır.

Bu teorilere ek olarak kuantum fizik teorisindeki gelişmelerle bilim ilerlemesine devam ediyor.[6]

Bu bilim insanlarının sürecini izlediğimizde, biri diğerini reddetmiyor, aksine biri diğerinin tezinden yararlanarak ilerliyor.

“Bilim şüphesiz ki iki tarafı keskin bir kılıçtır; çözüme ulaştırdığı sayıda problem yaratır ve yarattığı her problem bir öncekinden hep daha zordur. Bugün dünyada birbiri ile yarışan iki eğilim var: Birincisinin amacı hoşgörülü, bilimsel ve müreffeh bir gezegen uygarlığı yaratmak iken, ikincisi toplumumuzun dokusunu parçalayabilecek cahilliği yüceltir.”[7]

Sosyal ve siyasal olaylara bakışımızın nasıl olması gerektiğine dair bu durum, bize örnek teşkil etmelidir. Buradan bir örnek çıkarmak için, fizik teorisine girdim. Yani bilim insanları birbirlerinin tezlerinden yararlanırken, siyasi alanda, bunun tam aksinin hayat bulduğu gerçeğini gözardı etmemek için.

Kendisinden önceki filozof, ekonomist ve politika ile ilgilenen bilim insanlarının görüşlerinden yararlanarak Marksizmi geliştiren Marks, bize bu konuda ışık tutuyor.

O nedenle siyasi alanda, bir tezi ortaya atan teorisyenin tezinin reddi yerine, ondan yararlanılması bizi ilerletecektir. Çünkü biz hoşgörülü, bilimsel ve müreffeh bir gezegen uygarlığı yaratılmasından yana tercih kullanıyoruz.

Sicim teorisi

Bilimin geldiği aşamada evreni açıklayan iki temel fizik teorisinden birincisi, “yıldızlar, galaksiler gibi çok büyük boyutlu maddeleri açıklayabilen”, Einstein'ın görelilik teorisi; ikincisi ise “atomlar gibi çok küçük boyuttaki maddeleri açıklayabilen” kuantum mekaniği teorisidir. Bu iki teori de aynı evreni açıklama uğraşında olup, her iki tezi bir teoride birleştirdiğimizde, evreni bütünüyle anlamamız mümkün olabilecektir. Ancak bu bugüne kadar bunu başarabilmiş değiliz.

Bugün evrende düz çizgiden oluşan uzunluk, yükseklik, derinlik ve zamanla birlikte (3 uzay, 1 zaman) 4 boyut görebiliyoruz.[8]

Sicim teorisine göre[9] buna 6 boyut daha eklenebiliyor. Paralel evren veya zamanda kırılma yaşanılan beşinci boyutta, muhtemel Dünyaları görebileceğiz. Altıncı boyutta, içinde yaşadığımız evren gibi muhtemel evrenleri görebilir duruma geleceğiz. Yedinci boyutta muhtemel Dünya ve muhtemel evrene ulaşımı gerçekleştirebileceğiz. Sekizinci boyutta artık muhtemel Dünya ve evrenlerin çeşitli tarihsel düzlemlerine ulaşabilir olacağız. Dokuzuncu boyutta muhtemel Dünya ve evrenlerin muhtemel evren tarihlerini görebilecek ve kıyaslayabileceğiz. Onuncu boyuta ulaştığımızda da, artık hayal edilebilir her şeyin muhtemel olduğu noktasına varabileceğiz.

Bitmedi;

“On birinci boyutu ise daha farklı membran parçacıklarının titreşimleriyle oluşan ve adına evren diyemeyeceğimiz ‘slackenuc’lar oluşturmaktadır. Slackenuc, bilmediğimiz muhtemel diğer evrenlere verilen bir isim değil, tamamen farklı membran parçacıklarının titreşimiyle oluşan, evren eşdeğerinde ve bazı öncü fizikçiler tarafından kabul edilen bir olgudur. Farklı membran parçacıklarının oluşturduğu ‘slackenuc’lar arasındaki geçişler de ‘anerk’ adı verilen onikinci boyutu oluşturmaktadır ve anerkin muhtemel bütün olasılıkları barındırdığı düşünülmektedir. Anerk, bir anlamda, fizikçilerin tanrı kavramı için geliştirdikleri bir kuramdır.”[10]

Benim önermem

İnsanlık dördüncü boyutun ötesine geçme çabasında ve henüz işin başında bulunuyor. Benim önermeme göre, “bulunduğumuz ve yaşadığımız yere göre oluşturduğumuz bakış açısı”, bugünden ulaşabileceğimiz beşinci boyutu oluşturuyor. Yani nereden, ne şekilde, hangi koşullarda baktığımıza bağlı olarak bir görüş ortaya konulabilmesi, beşinci boyuttur. 

Bu formülü bize yıllar öncesinden Karl Marks veriyor: “İnsanlar düşündükleri gibi yaşamazlar yaşadıkları gibi düşünürler.” Marks’a göre, “Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır.”[11]

İnsanın kendisine, diğer insanlara, ürettiğine, emeğine ve doğasına yabancılaşmasının ürünü olan bu durumun nedenlerini, kapitalizmde aramamız gerekir.

Nereden, nasıl baktığımıza göre, sorunların ve soruların cevabının değişeceğini biliyoruz artık. Olaylara bakış açımız, bulunduğunuz yere ve yaşam tarzımıza göre şekillenir. En doğru yerde biz durmuyoruz. Bu nedenle en doğrusunu biz bilmiyoruz. Bugün doğru bildiklerimiz koşulların değişmesiyle ya da bulunduğumuz, yaşadığımız yere göre yanlış olabilir.

Acıların iyi yanı

Normal olağan giden zamanda insanlar, başkalarının acılarını umursamıyorlar ve “Gemisini kurtaran kaptan!” rolünü oynuyorlar. Oysa insanlığın büyük çoğunluğunu etkileyen savaşlar, acılar öyle mi? İşte değişim o zaman başlıyor. Tarih değişiyor, insanlık değişiyor, zihniyet değişiyor.

Demek ki büyük acılar, büyük değişimlere gebe oluyor. Normal zamanlarda ise sürekli bir geriye kayma oluyor. Geriye kaydıkça acılarımıza neden olan olaylar artıyor ve değişim ve dönüşüme gebe koşullar oluşuyor.

Yeryüzünün içinde bulunduğu koşullar, böyle bir değişim ve dönüşüme gebe. Yaşanılan ölümler, büyük göçler, mültecilerin hareketi, yeryüzünde kültürel değişim ve dönüşümü sağlıyor. İnsanlığın geliştiği zihni zirve, yeryüzüne yayılıyor.

Sonuç olarak

Ne demek istiyorum? “Demokrasinin olmadığı bir laiklik, hem demokrasi hem de laiklik için bir felakettir.”[12] Bu örnekte olduğu gibi, koşulların bir bütün olarak hazırlanması gerekir. Belirli bir ısı, belirli nem, belirli bir zaman ortamında, yumurtadan civciv çıkarabiliriz. Bu koşulların birisinin eksikliği yeni bir yaşamın oluşmasını sağlamayacaktır. O halde bütüncül bir düşünce yeteneği kazanmalı, olaylara bütüncül bakabilmeliyiz.

Geçmişten bu güne, kendi ezberinde devam eden, kendi küçük dükkanında hayat sürdüren, ama her daim büyük fabrikaların ya da işletmelerin sahibi olmayı hayal eden esnaf zihniyetiyle, kendi görüşleri etrafında bir dünya kurmaya çalışanlar, körün fili tarif etmesi gibi bir doğruya işaret ediyor olabilirler. Ama konumuz sadece filin kuyruğu ya da kulağı değil ki, bu doğru ile yetinelim. Biz fili bir bütün olarak görmek ve hatta filin içinde bulunduğu evreni algılamak istiyorsak, bütün tezlerden yararlanmasını bilmeli, ortaya atılan tezi reddetmek yerine ondan yararlanarak ilerleyebilmeliyiz.

Yazılarımı sürekli yarım bırakıyorum. Çünkü gerisini siz tamamlayın istiyorum.