Yakın zamanların en büyük depremlerinden birini ülkemizde yaşadık. Gerçek insan kaybını muhtemelen hiç bir zaman bilemeyeceğiz. Resmen açıklanan kayıp sayısı her geçen gün artıyor. Binlerce çocuk öksüz ya da yetim kaldı. Binlerce anne, baba onca emek ve sevgiyle büyüttükleri çocuklarını kaybetti. Evsiz kalmak, anıları kaybetmek ayrı bir acı.
Genelde bunca kayıptan sorumlu olarak yanlış yerleşim yerleri planlarından, kurallara uygun yapılmayan binalardan, denetimlerin yapılmamasından söz ediliyor. Gerçekten de dere yataklarına, daha çok tarıma uygun olan alüvyonlu arazilere yerleşimlere izin verilmeseydi kayıplar daha az olurdu. Yeni binalar kurallara uygun yapılsaydı, yapılmayanlara denetim sonucunda yerleşmeye izin verilmeseydi binlerce yaşam kurtulurdu. Daha ötesi depreme uygun olmayan iskansız binalarda yaşayan insanlara, depreme karşı dayanaklılık önkoşulu aranmadan uygulanan imar afları ile artık bir sorun olmadığı ya da sorunlarının çözüldüğü söylendi.
Bunların ötesinde de zamanında detaylı olarak afetle başa çıkma planları yapılsaydı, enkaz altından binlerce insan daha kurtarılabilirdi. Hatta böyle bir plan olmamasına karşın sorumlu kurumlar siyasi hesaplar yüzünden müdahalede gecikmeselerdi pek çok insan kurtarılacaktı. Tüm bunlar ülkenin mevcut politik yapısıyla artık bir felç noktasına doğru gittiğini gösteriyor. Kapitalizmin ve ulus devletlerin hakim olduğu dünyamızdaki standartlarla dahi kabul edilemez bir durumda olduğumuz ortada.
Ancak soruna biraz daha derine inerek bakarsak depremin bu kadar büyük kayıplara ve maddi zarara yol açmasında mevcut kentleşme anlayışının da belirleyici olduğunu saptamak gerek. Kırsal kesimdeki geleneksel kerpiç evler betona göre daha esnek oldukları için daha az hasara uğradılar. Çok katlı yüksek beton evler insan kaybını artıran birinci etken olarak ortaya çıktı. Oysa insanlar köylerini terk edip bu binalara doluşmak zorunda değildi. Bir çok alanda izlenen politikalar onları böyle bir göçe zorladı. Bu politikalar tüm kapitalist ülkelerdeki gibi hem üretimin ve ekonominin hem de devlet kontrolünün merkezileşmesini amaçlıyordu. Bu yığınsal göç ile aynı zamanda arsa spekülasyonuna dayanan rant ekonomisi sürekli canlandırıldı.
Peki buna dayanarak yalnızca kapitalizmi ve devlet tahakkümünü sorumlu göstermek doğru olur mu? Her ne kadar yaşadığımız bir çok sorunun kökünde bu tahakküm biçimlerinin olduğunu söyleyebilirsek de bu sorunların farklı ülkelerde farklı şekillerde ve boyutlarda ortaya çıktığını kabul etmek gerek. Sözgelimi Japonya'da daha güçlü depremlerde binalardan kaynaklı insan kayıpları bir kaç bin bile olmayabiliyor. Aynı şey Şili için de geçerli. Oralardaki en büyük kayıplar tsunami ya da heyelan sonucu ortaya çıkmış, daha fazla sayıda bina hasar görmüş olsa bile o düzeyde can kaybı olmamış.
Zaten kapitalist mantıkla ya da devlet aklıyla bakarsanız bile yüz milyar doların üzerinde maddi kayba yol açan böyle bir felaketi yaşamaktansa, o sermayeyi baştan akılcı bir şekilde yatırıp böylesi bir felaketi insanlara yaşatmamak daha akılcıdır. Ama tabii her tahakküm biçiminin kendisine göre bir akılcılığı ve daha çok da akıl dışılığı var. Burada tahakküm biçimi derken yalnız farklı tahakküm biçimlerinin varlığını değil, aynı zamanda kapitalizmin farklı evrelerde farklı kurumlar yarattığını ve diğer tahakküm biçimlerini farklı şekillerde etkilediğini vurgulamak istiyorum. Tek bir kapitalizm ya da tek bir devlet tahakkümü varmış gibi düşünmek bizi bir indirgemeciliğe sürükler ve bir çok yönden yanlışlara götürebilir. Aslında bunun belirgin örneklerinden biri patriyarkanın kapitalizmin gelişmesiyle birlikte nasıl değişim gösterdiğini incelemek olabilirdi. Başlangıçta eve hapsedilmiş olan genç kadınların daha sonra gün boyu çalışmak üzere fabrikalara sürüklenmesi ya da 1970'lerden itibaren "ekonomik eşitlik" peşinde ofis işlerine katılmaları gibi. Bu örnekte de görülebileceği gibi toplumsal hareketlilikler ve mücadeleler de farklı tahakküm biçimleri arasındaki ilişkileri değiştirebiliyor. Veya patriyarkanın farklı kültürlerde farklı şekillerde baskılar yaratması gibi. Tüm bunları analiz etmek ve öngörülerde bulunmak özgürlük mücadelesinin önünü görebilmesi açısından çok önemli.
Devlet Tahakkümü
Ülkemizin böylesi akıl dışı bir noktaya nasıl geldiğini anlamak için tarihe dönüp bakmak gerekiyor. Bunu biraz daha geriye götürerek aynı zamanda son dönemlerde ortaya çıkan yeni bulguları ve yeni tartışmaları da gündeme getirmek istiyorum. Genel olarak devletin ve sınıfların ortaya çıkışı konusunda çizgisel ve determinist bir anlayışın yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Ancak özellikle son 30-40 yıldaki arkeolojik bulgular ve antropoloji alanında yapılan çalışmalar bu anlayışı aşındırdı. Çizgisel anlayış toplumsal biçimlerin, içlerinde taşıdıkları özelliklerin getirdiği zorunluluklarla başka bir biçime belirli bir sıra izleyerek geçtiğini savunur. Bu teorik yaklaşıma göre eşitlikçi toplumlar köleci devlet toplumlarına, onlar feodal topluma ve ardından kapitalist toplumlara evrilmiştir. Bu anlayış aynı zamanda uygarlığı devletli toplumla bir tutmaya yatkındır.
Ancak yakın geçmişteki arkeolojik ve antropolojik çalışmalar bu yargıları desteklemediği gibi aksi yönde belirtileri yaygın bir şekilde ortaya seriyor. Sözgelimi Kuzey Amerika'nın kuzeybatısındaki kabilelerin binlerce yıldır kabile savaşları yaptıkları ve kaybeden kabile üyelerini köleleştirdiği, ama bu sınıflaşmanın devletin ortaya çıkmasına yol açmadığı ortaya çıkmış. Ayrıca bu savaşçı kabileler bugünkü Kaliforniya'da yaşayan barışçı ve sınıfsız kabilelerle çok uzun süre komşu olarak yaşamış ve birbirlerini olduğu gibi kabul etmişler. Bu örnek sınıfların ya da devletin daha önce ortaya çıktığına dair genelgeçer bir formülün olmadığını ortaya koyuyor. Aynı zamanda birbirine çok yakın coğrafyalarda dahi bir toplumda ortaya çıkan tahakkümün bir başka toplumda reddedildiğini ve engellendiğini ortaya çıkarıyor.[1]
Eşitsizliklerin ve tahakküm ilişkilerinin çizgisel bir şekilde gelişmediği kimi toplumlarda önce krallıkların ortaya çıkıp sonra da halkın bu kralları terk ederek ya da devirerek yeniden eşitlikçi bir toplumsal yapıya dönmesiyle de ortaya çıkmış. Amerika kıtasında beyazlar gelmeden önce yaşanan değişimler bu konuda çarpıcı örnekler sunuyor.
Murray Bookchin organik toplumlar diye adlandırdığı eşitlikçi, ilk toplumlar için şunları söylüyor:
"Kadınların zengin kültürel ortamı ve komünal yaşamın sürdürülmesinde üstlendikleri rol göz önünde tutulursa, kadınların boyun eğmesini kurumsallaştırmaya çalışmak grubun kendi içindeki uyumu ortadan kaldıracaktı. İndirgenemez minimum, tamamlayıcılık, fiili eşitlik ve yararlanma hakkı gibi değerler etrafında toplumsallaşmış olan ilk insan topluluklarında tahakküm, hiyerarşi gibi düşünceler henüz ortaya çıkmamıştı."[2]
Yaşlıların gençlere boyun eğdirmesi de benzer sorunlar yaratacaktı. Ancak bu toplumlar zaman içinde hiyerarşilere yol açan gerontokrasi ya da patriyarka yarattılar. Bu süreçler farklı bölgelerde farklı nedenlere dayanmış olabilir. Ancak komünal yaşamı korumak konusunda belirgin bir bilinç geliştiremedikleri için çoğunun sonuçta hiyerarşilere yol vermesi genel bir eğilim olarak ortaya çıktı. Tarihte maddi koşullara bağlı olan determinist, çizgisel bir gelişme olmasa da böyle belirgin eğilimlerin olduğunu kabul etmek gerek. Yoksa tarihe bir anlam vermek olanaksız hale gelirdi. Ancak bu eğilimlerin mutlak olmadığını, geliş gidişlere açık olduğunu vurgulamak gerek. Ayrıca sözgelimi hiyerarşilerin ortaya çıkması eğilimine karşı her zaman daha derinde hiyerarşi karşıtı özgürlük eğiliminin de olduğunu unutmamak gerek. Nitekim bu eğilim bazı halkların krallarını terk etmelerini sağlamış. Ancak bu eğilimin toplumlar bilinçlendikçe ve özellikle felsefenin ortaya çıkışıyla birlikte güçlendiğini kabul etmek gerek. İnsanlar akılcı düşünceye yöneldikçe özgürlüklerini ve onları nasıl daha iyi yaşama geçirebileceklerini formüle etmeyi başarmışlar.
Tarih boyunca iklimsel değişimler ya da iklimsel istikrarsızlık, topluluklar arasında çatışmaları artırmış. Bu çatışmalar hiyerarşilerin, patriyarka ve daha sonra devlet olarak tahakküm biçimlerine dönüşmesine yol açmış. İlk örnekleri Mezopotamya'da ve Mısır'da ortaya çıkmakla birlikte M.Ö. 1600'da bunlardan bağımsız olarak Çin'de de benzer bir gelişme yaşanmış. Ortadoğu'da oluşan devlet aklı M.Ö. ikinci bin yıl boyunca Anadolu ve Akdeniz üzerinden Avrupa'ya, İran üzerinden de Hindistan'a ve Orta Asya'ya yayılmış. Ancak özellikle Çin'in ve Hindistan'ın farklı uygarlık merkezleri olduğunu ve buralarda devlet aklının oradaki yerel kültürle birlikte farklı bir şekillenme içinde olduğunu belirtmekte yarar var. Sözgelimi Ortadoğu-Avrupa uygarlık bölgesinde devlet hep dinsel kurumlarla iç içe olurken, Çin'de M.Ö. 3. yüzyıl sonlarında Han Hanedanlığıyla birlikte dinsel yaklaşımlardan vaz geçilmiş ve sonraki Çin hanedanları din ile aralarına mesafe koymuşlar, hatta dönem dönem yükselen dinleri ezmeyi tercih etmişler. Hindistan'da ise Müslüman işgallerine kadar tek tanrılı dinler benimsenmemiş, Budist bir akılcılık hakim olmuş ve dünyanın ilk üniversiteleri orada kurulmuş. Bugün de Hindistan’da çok tanrılı ve çeşitliliğe açık dinler hakim.[3]
Tüm devletlerin ortak yanı bürokrasi ve profesyonel ordu aracılığıyla seçkinlerin halk üzerinde tahakküm kurmasını sağlamaktır. Ancak devletler gerek bürokrasi ve ordunun kurumsallaşmasında gerek bunların öne çıkardığı değer ve ilkelerde farklılıklar gösterir. Sözgelimi Çin hanedanlıkları uygarlığın gelişmesini ve yayılmasını öne çıkarmıştır. Ortadoğu/Avrupa'da ise devletin hakimiyet alanını genişleterek toplanan haraçın artırılması öne çıkmıştır. Hindistan yabancı işgallerinden önceki bin yıl boyunca ticaret yoluyla kendi kültürünü yaymış ve zenginleşmiştir. Öyle ki izleyen yüzyıllar boyunca da (1700'e kadar) dünyanın en zengin ülkesi olma özelliğini korumuştur. Tüm bunlar tahakküm mirasının belirgin birikimleri olarak ortaya çıkmıştır.[4]
Kapitalizm ve Ulus Devlet
Farklı uygarlık bölgelerinde tahakküm mirasının farklı şekilde gelişmesi kapitalizmin neden Avrupa’da geliştiğini anlamayı kolaylaştırıyor. Kapitalizm neden o sırada dünyanın en zengin bölgelerinin olduğu Asya’da değil de Avrupa’da ortaya çıktı? Sözgelimi Çin’de kendi uygarlık değerlerini öne çıkaran güçlü devlet, sermaye birikiminin denetim dışına çıkmasına izin vermedi. Avrupa’da ise Roma İmparatorluğunun çöküşünden sonra, Ortaçağda zayıf kalmış olan devletler Rönesans döneminde kendilerini toparlamaya çalışırken her yola başvurdular, hiç bir insani değere önem vermediler. Böylece özellikle Çin’den gelen pusula ve barut gibi teknolojiler, Akdeniz üzerinden yapılan ticaret sonucu biriken sermayeyle bir araya gelince kıtalararası sömürgecilik gelişmeye başladı. Güney Amerika’daki altın ve gümüş, buradaki yerli halkların köleleştirilmesiyle birlikte talan edildi. Bu halklara bulaştırılan hastalıklar tarihin en büyük soykırımlarına yol açtı. Öyle ki yok olan nüfustan ötürü kullanılmayan tarım alanlarının ormanlaşması geçici bir küresel soğumaya yol açtı.
Bu talanın devam etmesi için sömürgeciliğin kültürel alanda da kurumsallaşması gerekiyordu. Bunun için din ne kadar etkili olsa da yeterli değildi. Sömürgeci güçlerin bir ulusal dile, “tek dil, tek bayrak” altında toplanmış bir ulus olmaya ihtiyaçları vardı. Dolayısıyla ulusal diller ve onların gramerleri İspanya’dan başlayarak geliştirildi.
İspanya Güney Amerika’daki altın ve gümüşü talan ettikçe İngiltere ve Fransa korsanlığı destekleyerek kendi payını almaya başladı. Avrupa’daki turnuva kültürü zaten bir ülkenin zenginleşmesiyle birlikte savaşların tırmanmasına yol açıyordu. Bu ülkeler arasındaki deniz savaşlarını karada mezhep savaşlarının tırmanışı izledi. Bu süreçte Akdeniz bölgesinde biriken sermaye Kuzeye akmaya başladı. 17. yüzyılda yeni sermaye birikim merkezi olan Hollanda Avrupa’nın liderliğini üstlendi. 18. yüzyılda ise İngiltere, Hindistan’da Fransa’ya karşı askeri üstünlük kurarak Hollanda’nın yerini almaya aday oldu. Fransız devrimini izleyen yıllarda yükselen savaşların sonunda, Bonapart’ın ordularını yenen İngiltere’nin önü dünya hegemonyası kurmak için açıldı.
Bu arada Avrupa, Asya’dan gelen etkilere açık hale gelmiş ve bilim ve teknoloji alanlarında da üstünlük kurmak durumunda kalmıştı. İngiltere Hindistan’ın hakim olduğu tekstil sektöründe teknolojik yenilikler getirerek atılım yaptı ve Hindistan’ın tekstil ihracatını yasaklayarak kendi önünü açtı. Çin’e karşı üstünlük sağlaması ise çok daha çetrefilli stratejiler gerektirecekti. Önce Hindistan’da üretilen afyonu Çin’de pazarlamaya başladı. Ancak toplumsal yozlaşmaya yol açtığı için afyon satışı Çin’de yasaklanınca, bunu serbest ticarete müdahale olarak niteleyip savaş nedeni olarak öne sürdü. İngiltere’nin diğer Avrupa devletlerinin de desteğiyle kazandığı Afyon savaşları sonunda, Çin çok büyük savaş tanzimatları yükümlülüğünü kabul etmek durumunda kaldı. Çin ekonomisi böylece çökertildi ve Çin’in “yüz yıllık aşağılanma” dönemi başladı.
Böylece 19. yüzyılın ortasında İngiltere, yarattığı sömürge sistemiyle bir dünya hegemonyası kurmuş oldu. Bu dönemde Avrupa’da kurumsallaşan ulus devlet, 20. yüzyılda sömürge sistemi çöktüğünde bağımsızlığını kazanan ülkelere de model oldu. Bu model bir ulus kurgusunu, ona ait bir tarih yaratmayı ve gerekirse yeni bir dil yaratmayı içeriyordu. Ulus kurgusu bir çok durumda belirli bir etnik kimliği öne çıkarırken diğer etnik kimlikleri yok sayıyor ya da ikinci plana atıyordu. ABD gibi kimi ülkelerde ise ulusal kimlik, farklı etnik kimlikleri birleştiriyor, ama ülkenin yerli halklarını yok sayıyor ve ırkçılığı görmezden geliyordu. Böylece her devlet kendi ulus kimliği için birilerini birleştirip diğerlerini dışlayan bir tarih kurgusu geliştirdi.
Aslında bu Avrupa’da Ortaçağdan itibaren gelişmiş olan ve sürekli savaşlara yol açan turnuva kültürünü tüm dünyaya ihraç etmekten başka bir şey değildi. Avrupa bunun zararlı sonuçlarını iki dünya savaşıyla görmüş, ardından Avrupa Birliğini oluşturarak bu kültürü aşmaya çalışmıştı. Ama bu arada ulus devlet kavramı yıkıcı özellikleriyle birlikte tüm dünyaya yayılmıştı bile.
Türkiye’de Devlet ve Kapitalizm
Ülkemize gelecek olursak Osmanlılar, Ortadoğu/Avrupa bölgesindeki devlet geleneğini bir yandan İran etkisiyle diğer yandan da Bizans’ı miras alarak ve bunları sentezleyerek kendi devletlerini şekillendirmişlerdi. Bu gelenek savaşçı ve yeni fetihlerle haraç topladığı bölgeleri genişleterek güçlenmeye çalışan bir devlet anlayışıydı. Yeni fetihler olanaksız hale gelince çöküş kaçınılmazdı. Avrupa’da ulus devletler ortaya çıkınca Osmanlı kendisini reformlarla buna uygun hale getirmeye çalıştı. Ancak başaramadı ve bu görev onun yerini alan Cumhuriyete düştü. Cumhuriyet uzun süredir gündemde olan Türk kimliğini merkeze koyan bir ulusçuluğu benimsedi. Böyle bir ulusçuluk kaçınılmaz olarak hem Hristiyan azınlıkları hem de Kürtler başta olmak üzere diğer etnik kimlikleri dışlıyordu.
Başta Ermeniler olmak üzere Hristiyan azınlıklar ya soykırımlarla yok edildi ya da Yunanistan’la yapılan değişimde olduğu gibi zorla göç ettirildi. Oysa sözgelimi Ermeniler bu topraklarda mimarlık alanında bilgi birikiminin en yoğun olduğu topluluktu. İnşa ettikleri kiliseler bin yıldan daha uzun sürelerle depremlere dayanmıştı. Osmanlı padişahları camileri onlara inşa ettirmişti ve bunlar da bir çok depremden sonra ayakta kalmışlardı. Dolayısıyla depreme dönecek olursak, günümüzde yaşanan felaketin aslında yüz yıl önceden yaşanan soykırım felaketleriyle hazırlandığını söylemek doğru olmaz mı?
Başka bir deyişle Cumhuriyetin kurucuları bir yandan aydınlanmadan, ülkenin bilim ve teknik temelinde gelişeceğinden söz ederken toplumun bunlara en açık olan kesimlerini yok ederken çelişkiye düşmemiş ve bugünleri hazırlamamışlar mıydı? Sonuçta vardığımız nokta bilginin önemsenmediği, rant getirdiği sürece yapılan her şeyin, kitabına uydurularak meşrulaştırılmasına formül bulunan bir ülke olmadı mı? Avrupa’nın bize dayattığı ulus devlet modelini katı bir şekilde uygularken sonuçta Avrupalıların bir çok alanda uyguladıkları bilim temelinde titizliği öğrenemedik ve depreme dayanıklı bir altyapı kurmakta Şili ya da Japonya gibi olamadık. Doğu ve Güney Asya ülkeleri Avrupa’dan bilim ve tekniği alıp onların devlet kültürünü reddederken Türkiye Cumhuriyeti tersini yaptı.
Türkiye’de nasıl bir kapitalizmin geliştiğine bakacak olursak bu türde felaketlerin kaçınılmazlığı daha da ortaya çıkar. Cumhuriyetin kuruluş döneminde devlet desteğiyle sermaye birikimi sağlanmaya çalışıldı ve temel yatırımları devlet gerçekleştirdi. Ancak kapitalizmin kendi ölçütlerine göre bile sağlıklı bir sermaye birikimi yaratılamadı ve dışarıdan gelen sıcak para ile ayakta kalan bir Türkiye ekonomisi ortaya çıktı. 1980’li yıllardan bu yana da hükümetlerin desteğiyle güçlenen, ardından bunu sürdüremeyen sermaye kesimlerine dayanarak büyüme alışkanlık haline getirildi. Son 10 yılda ise bu inşaat sektörüne dayanan yandaş kapitalizmine dönüştü. Hükümetle yakın ilişki içinde ve karşılıklı çıkarlarını kollayarak büyümeye çalışan bu yandaş sermayedarlar hiç bir çevresel ya da ekolojik kaygıyı gözönüne almadıkları gibi halkın en temel yaşamsal duyarlılıklarını da hiçe sayıyorlar. Hindistan’taki yandaş kapitalizm çok farklı sektörlere dayanırken Türkiye’de yandaşlar belirli ölçüde madencilik ve enerji alanlarına yatırım yapsalar da esas etkinlik alanları büyük devlet ihaleleriyle inşaat sektörü.[5] Dolayısıyla devlet onları güçlendirmek için her türlü akıl dışı projeyi üretip ihaleye çıkabiliyor. Bu arada dere yataklarına konutlar yapılıyor, derelerin yatakları betonlanarak daraltırılıyor, yaşamsal önemi olan ormanlar yok ediliyor, kısaca doğa olaylarının afete dönüşmesi için davet çıkarılıyor.
Bunları yazarken tabii ki ne devlet tahakkümünü ne de kapitalizmi meşrulaştırmak gibi bir niyetim var. Kapitalizm olmasaydı yandaş kapitalizm de olmayacaktı, Türkiye’de devlet tahakkümünün en kötü örneklerinden birinin ortaya çıkması sonuçta bu tahakküm biçiminin evriminin bir sonucu. Dolayısıyla altta yatan temel sorun bu ve bunları besleyen patriyarka, ırkçılık ve milliyetçilik gibi diğer tahakküm biçimleri. Ama kimi diğer ülkelerde bu doğa olayları bu derece büyük afetlere dönüşmezken Türkiye’nin neden bu boyutta felaketlere mahkum olduğunu da anlamak gerekiyor.
Bunun ötesinde de mevcut durumu, mücadele açısından öncelikleri ve uygun stratejileri geliştirmek için iyi analiz etmek gerekiyor. Bu amaçla Türkiye’de Cumhuriyetin kuruluşundaki yapısal sorunların çözülmesini öncelikli bir hedef olarak saptamak gerekiyor. Bu tüm hiyerarşilerin ve tahakküm biçimlerinin aşılması için verilen mücadeleyi ertelemek anlamına gelmez; ama bu hedefe varmak için mücadelenin kısa vadeli hedefler için verilen mücadeleyle bir bütünlük içinde verilmesi gerektiği anlamına geliyor.
Ne Yapılmalıydı?
Bu noktada geçmişe dönüp ne yapılsaydı deprem böyle bir felakete dönüşmezdi diye bakmakta yarar var. Bunu yaparken iki ayrı tahayyüle yönelebiliriz. Biri mevcut devlet yapısıyla, mümkün olsaydı da daha akılcı politikalar izlenseydi ne olurdu diye düşünmek. Bunu yapmak bence çok anlamlı değil çünkü benzer örnekler zaten dünyanın başka yerlerinde var, ama bunlar göz ardı edildi. Diğer seçenek ise dünyada 1960’lardan bu yana şekillenen ve yükselen ekoloji mücadelesinin savunduğu çizgilerde bir gelişme olsaydı ve köklü bir dönüşümle ekolojik bir toplum yaratılabilseydi ne olurdu diye düşünmek. Ya da son 40 yılda devasa kentler, kent kuşakları değil de doğayla uyumlu kentler ve yaşam amaçlansaydı ortaya ne çıkardı diye düşünmek.
Tarihe dönüp bakığımızda antik Yunan döneminden beri kent planlamasına kafa yorulduğunu görebiliriz. M.Ö. 5. yüzyılda yaşayan Miletli Hippodamus 50 bin nüfuslu kentlerin insani boyutta olacağını düşünmüş. Bu büyüklük o kentte yaşayanların demokratik meclisler oluşturarak kendilerini yönetmelerine uygun olarak kabul edilmiş. Aynı zamanda daha büyük kentlerde insanların birbirlerine yabancılaşacağı öngörülmüş. Gerçekten başlangıçtaki kentler bu büyüklüğü aşmamışken, zaman içinde bazı bölgelerde ticaretin yoğunlaşması kentlerin bu ölçeğin ötesinde büyümesine yol açmış. İmparatorlukların ortaya çıkması ise daha da büyük kentlere yol açmış. Yakın zamanda da kapitalizmle birlikte sanayileşme aşırı merkezileşmeye yol açtı ve devasa kent kuşaklarına tanık olduk.
Oysa bir kentin insani ölçeğin ötesinde büyümesi yalnız yabancılaşmaya yol açarak bireyci davranışlara yol açmıyor; aynı zamanda su, kanalizasyon, ulaşım gibi alt yapıların hem yatırım hem bakım açısından maliyetini çok artırıyor. Devasa kentlerde yeşil alanlar, çocuk parkları gibi insani ihtiyaçların karşılanması genelde göz ardı ediliyor. Oysa ekolojik temelde planlanmış bir kentte yalnız yeşil alanlar geniş bir şekilde yer almaz, aynı zamanda kent, sebze ve meyve bahçeleriyle içi içedir. Böylece insanlar vakitlerinin bir bölümünü kendi yiyeceklerini üretmek için bu bahçelerde geçirebilirler. Bu bahçeler her evin kendi bahçesi olabileceği gibi ortak topluluk bahçeleri de olabilir.
Günümüzdeki kent kuşakları nüfusun bir bölümünün kentten ayrılarak küçük kentlere ya da kırsal kesime taşınması, kalan nüfusun da kenti ademimerkeziyetçi bir şekilde yeniden yapılandırmasıyla insani ölçekte kentlere dönüştürülebilir. Bu bağımsız kentler konfederasyonlar oluşturarak bölgesel yönetim sorunlarını çözebilir. Tüm bölgeyi ilgilendiren kararlar yerel meclislerde tartışılır ve konfederasyon konseyleri bu kararları ortaklaştırmaya çalışır, gerekirse yeni öneriler geliştirip yerel meclislerin bunları tartışmasını sağlar. Konfederasyon konseyleri yerel meclislerin seçeceği, ancak yalnızca onların verdiği kararları dile getirip savunan delegelerden oluşur. Karar verme yetkisi delegelerde değil, yerel halk meclislerindedir. Böyle bir politik örgütlenme üretimin yerelleşmesini sağlar ve bunun için gerekli teknolojik dönüşüme öncülük eder.
Ekolojik bir toplum kâr amacına yönelik girişimlere dayanmayacağı için inşaatlar ya gönüllü gruplar tarafından ya da yerel girişimlerce, uzmanlardan destek alınarak yörenin doğal koşullarına uygun malzemeler kullanılarak gerçekleşir. İnşa edilecek evlerin ve kamu binalarının depreme karşı dayanaklılığının nasıl sağlanacağı halk meclislerince belirlenir. Bu meclisler dere yatağı ya da fay hattı gibi zeminin uygun olmadığı yerlere karar verir ve buralarda inşaat yapılmasından kaçınılır. Benzer şekilde depreme dayanıklılığın nasıl test edileceği ve bunun nasıl denetleneceği belirlenir. Gerek inşaatlar gerek denetimler kâr güdüsüyle yapılmadığı için daha güvenilir olacaktır. Konfederasyon konseyleri bu güvenilirliğin sağlanması için kentler arasında eşgüdüm için çaba sarfeder.
Toplumun yerel düzeyde örgütlü olması bir afet karşısında dayanışmayı ve kurtarma çalışmalarını kolaylaştırır. Herkes komşularıyla ve aynı kentte yaşayan diğer insanlarla bağlantı içinde olduğu için yardıma ihtiyacı olanlar yalnız kalmayacaktır. Üretim yerelleştiği için gerekli araç, gereç ve diğer ihtiyaçlara ulaşmak kolaylaşacaktır.
Bizi Bekleyen Görevler
Böyle bir ekolojik topluma geçiş tabii ki zorlu bir dönüşüm sürecini gerektiriyor. Yerel meclislerin yönetiminde doğrudan demokrasinin kurulması devletin ve kapitalizmin tasfiyesini gerektiriyor. İnsanlık tarihi her türlü tahakküme karşı mücadele deneyimleriyle dolu. Bu deneyimlerin en önemlileri doğrudan demokrasiyi yaşama geçiren özyönetim örnekleri. Ancak bunlar bir anda ortaya çıkmamış, uzun süren mücadeleler sonucu biriktirilen deneyimlerin ve geliştirilen örgütlülüklerin sonucu olarak ortaya çıkmış. Bu birikimlerin sürekli yükselmesini Bookchin özgürlük mirası olarak ele alıyor. Biz de ancak böyle bir birikim süreci sonucunda ekolojik topluma ulaşabileceğiz.
Bunun gerçekleşmesi, iklim krizi sonucu insanlığın bir tür olarak varlığını korumak açısından zorunluluk haline gelecek olsa da muhtemelen bir kaç on yıl alacak. Ayrıca bugün bir çok kişi böyle bir toplum hedefini ütopik ve soyut bulabilir. Bu yüzden ekolojik toplum hedefini unutmadan, gerek mücadele sürecinin daha uygun koşullarda yükseltilebilmesi gerekse de acil sorunların çözümü için kısa vadeli stratejik hedefler koymak gerekiyor. Bu hedeflerin hem yerelde uygulanabilecek dönüşümleri hem de ulusal ve bölgesel hedefleri içeren farklı boyutlarının olması da bir zorunluluk. Ancak kısa vadeli hedefler konulması ekolojik toplum için mücadeleyi ertelemek anlamına gelmemeli. Bu anlamda her iki boyuttaki öncelikli hedeflerin, ekolojik toplum hedefini gözardı etmemesi, aksine ona yönelişi güçlendirecek şekilde formüle edilmesi önemli.
Ulusal düzeyde acil sorunlar milliyetçilik, ırkçılık, patriyarka gibi tahakküm biçimlerinin geriletilmesi ve bunların yarattığı baskılara son verilmesidir. Bu ancak mevcut cumhuriyetin demokratikleştirilmesi ile sağlanabilir, bu anlamda demokratik bir cumhuriyete geçiş önemli bir stratejik hedef olarak önümüzde duruyor. Demokratik cumhuriyet tüm halklara, etnik kimliklere ve dinsel inançlara eşit mesafede olmak ve bunların kültürel haklarını gözetmek durumundadır. Asimilasyona ve soykırıma uğramış halkların dillerinin, kültürlerinin eşitlik içerisinde korunması ve geliştirilmesini sağlamalıdır. Demokratik cumhuriyet bu alanda yapılan her türlü ayrımcılığa son verecektir. Bu ayrımlara son verilmesi savaşa ve iç çatışmalara ayrılan kaynakların ve toplumsal enerjinin diğer sorunların çözümü için kullanılabileceği anlamına gelir. Mevcut durum bunun ülkenin büyük depremlere hazır hale gelmesi için bir önkoşul olduğunu düşündürtüyor. Devletin bekâsını tek ulus düşüncesinden ödün vermemekte gören anlayış bugüne kadar şoven milliyetçiliği ayakta tutmayı her şeyin önüne koyduğu için afetlere hazırlığı geri plana itmiş durumda. Demokratik cumhuriyet yaşama öncelik vererek bu durumdan kurtulmayı sağlayacaktır.
Aynı şekilde en az beş bin yıldır patriyarkal baskılar altında olan kadınların özgürleşmesi demokratik cumhuriyetin önemli bir görevi olacaktır. Patriyarkanın baskı altına aldığı LGBTİ ve diğer kimliklerin de ayrımcılıktan kurtulması ve özgürleşmesi önemlidir. Ancak her cumhuriyet sonuçta devlet temellidir ve tüm tahakküm ilişkilerini ortadan kaldırması beklenemez. Demokratik cumhuriyet acil sorunları çözecek, toplum üzerindeki baskıyı azaltacak, ama köklü bir çözüm olamayacaktır. Bürokratik bir devlete dayalı toplum, bazı sorunları çözebilirse de her zaman yeni sorunlara gebe olacaktır. Dolayısıyla mücadelenin orada durmaması, demokratik cumhuriyetin halk meclislerinin oluşturulacağı ve bu meclislere dayalı ekolojik bir toplum için mücadelenin örgütleneceği bir zemin olarak görülmesi gerekir.
Yerel düzeyde ise gerek sermayenin gerek devletin çoğu zaman el ele vererek doğayı talan etmesine karşı direnmek gerekiyor. Talan girişimleri maden ya da enerji projeleri olabildiği gibi her boyutta inşaat projeleri olarak da ortaya çıkıyor. Bunlara karşı direnişler yalnız belirli bir saldırıyı durdurmayı amaçlamamalı, aynı zamanda yerel halkın kendi geleceğini belirlemek için halk meclisleri şeklinde örgütlenmesiyle taçlanmalıdır. Bu meclisler yerel düzeyde halkın, yaşamı ekolojik bir anlayışla yeniden örgütlemesi için kooperatifler oluşturması gibi girişimlere öncülük etmelidir. Bu kooperatifler üretim ve tüketimin komünal temelde yeniden örgütlenmesini sağlayabilir, sözgelimi topluluğun yerel yenilenebilir enerjiye dayanmasını örgütleyebilir.
Böylece ulusal ve yerel boyutta stratejik hedeflere yönelmiş bir ekoloji hareketi, acil sorunlara çözümler üreterek geniş bir toplumsal hareketliliğe öncülük edebilir. Ancak böyle bir hareketlenme ekolojik bir toplumun kuruluşuna giden yolu açacaktır ve gelecekte deprem gibi doğa olaylarının büyük afetlere dönüşmemesini sağlayacaktır. Dileyelim ki önümüzdeki yıllar bu anlamda özgürleşme ve ekolojik topluma yöneliş yılları olsun.
Kaynaklar
Kent Flannery & Joyce Marcus, 'The Creation of Inequality: How Our Prehistoric Ancestors Set the Stage for Monarchy, Slavery, and Empire', Harvard University Press, 2021
David Graeber & David Wengrow, The Dawn of Everything, Penguin Books Ltd, 2021
Murray Bookchin, Toplumu Yeniden Kurmak, Çev: Kaya Şahin, Sümer Yayıncılık, 2013
Murray Bookchin, ‘Özgürlüğün Ekolojisi, Hiyerarşinin Ortaya Çıkışı ve Çözülüşü’, Çev: Mustafa Kemal Coşkun, Sümer Yayıncılık, 2019
[1] Bu konuda bkz. Flannery & Marcus, 2021 ve Graeber & Wengrow, 2021
[2] Bkz. Hiyerarşilerin ve Sınıfların Ortaya Çıkışı bölümü Murray Bookchin, 2013
[4] Burada kullandığım tahakküm mirası ve daha sonra kullandığım özgürlük mirası kavramları için bkz. Murray Bookchin, 2019
[5] Kroni kapitalizm olarak da anılan yandaş kapitalizmi kavramı için 3 nolu dipnotta andığım yazıma bakabilirsiniz
Yayıncı Notu: Bu yazı ilk olarak www.ekoloji.org 'da yayınlammıştır.