Ömer TULGAN

Ömer TULGAN

translate@tulgan.com

Sürdürülebilir büyüme mi, sürdürülebilir yaşam mı?

Çin filozofu Cuang Dzı, Milattan Önce 6. Yüzyılda, doğayı sınırsızca yağmalamanın yol açacağı ölümcül tehlikelere işaret ederken (kelime kelime!) şöyle demiş:
„Yaylar, oklar üzerine bilgi fazla artarsa, gökteki kuşların düzeni bozulur. Oltalar, ağlar üzerine bilgi fazla artarsa, sudaki balıkların düzeni bozulur. Ökseler, tuzaklar üzerine bilgi fazla artarsa, yerdeki hayvanların düzeni bozulur... Bunun sonucunda göğün altındaki düzen alt üst olur, güneş ile ayın ışığı kararır, ırmakların can damarı kurur, dört mevsimin sırası bozulur, en basit kurtçuğa varıncaya dek her şey gerçek doğasını yitirir.“
Sera gazlarıyla güneşin ışığının kararması,
HES’lerle ırmakların can damarının kuruması,
iklim krizi ile dört mevsimin sırasının bozulması,
gen mühendisliği ile en basit kurtçuğa kadar her şeyin gerçek doğasını yitirmesi,
iki buçuk bin-yıl sonra kapitalizme nasip oldu...

Kendiyle çelişen bir kavram: Sürdürülebilir büyüme
Etkin sermaye çevreleri, 1968'de, başta enerji ve doğal kaynakların tükenmesi olmak üzere, yükselen küresel sorunları ele alıp çözüm aramak için, Roma Klübü’nü kurmuşlardı. Bu amaçla Roma Klübü, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü‘ne - MIT’ye bilimsel bir araştırma sipariş etti. MIT’deki bilim insanları "Büyümenin Sınırları" isimli raporu hazırladılar. Rapor, gezegenimizin doğal olanaklarının, havanın, suyun, toprağın sonsuz olmadığı gerçeğine işaretle, doğal kaynakların kullanımındaki ve çevre kirliliğindeki artış mevcut hızıyla sürdürülürse, ekonomik büyümenin "gelecek yüzyılda" (yani bizim yüzyılımızda) doğal sınırlara gelip dayanacağını, bunun da “öngörülemeyecek büyük sorunlara” yol açacağını hesapladılar.
Doğayı ve yaşamı savunan sivil toplum hareketleri, raporun verilerinin yegane rasyonel sonucu olarak, aşırı tüketime dayalı yaşam biçimine, bunu körükleyen, sürekli büyüme temelindeki üretim-tüketim modeline karşı çıktılar. “Gelişmiş ülkelerde sıfır büyüme" önerdiler. Bunun üzerine Norveç başbakanı bayan Brundtland, „Stockholm 1972 Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı" çerçevesinde "Ortak Geleceğimiz" başlıklı bir rapor hazırladı.

Ama o, bu raporunda, MIT’nin bilim insanları gibi „ekonomik büyümenin çevre sorunlarına yol açtığını“ değil, "çevre sorunlarının ekonomik kalkınmaya ayak bağı olduğunu" ileri sürdü! Ve sıfır büyüme önerisine karşı, ilk kez "Sürdürülebilir Büyüme" kavramını ortaya attı. Rapor artık "büyümenin sınırlarından" değil, aksine "büyümeyi canlandırmak"tan söz ediyordu. Brundtland açık bir tutarsızlıkla, bir yandan buna gerekçe olarak sanayi ülkeleriyle fakir ülkelerin durumu arasındaki uçurumu, bu ülkeleri geri kalmışlıktan kurtarmanın acil görev olduğunu gösterirken, öte yandan aynı nefeste gelişmiş sanayi ülkeleri için % 3-4'lük bir büyüme beklentisinin "sürdürülebilir" olduğunu, gerekçesiz ve kanıtsız olarak ileri sürüyordu.
1972 Bileşmiş Milletler Çevre Konferansı’nın benzeri uluslararası konferanslar, giderek belli aralıklarla tekrarlanan bir geleneğe dönüştü. Her seferinde yaklaşan ekolojik krize karşı çeşitli programlar, öneriler geliştiriliyor - ve bir sonraki konferansta bu hedeflere varılamadığı saptanıyordu. İlginç bir ayrıntıya dikkat çekelim: Ekolojik krizlerin temel kaynağına, aşırı tüketime yönelik yaşam biçimine ve bunu körükleyen üretim-tüketim modeline karşı teknik ve kültürel önlemler almak, hiçbir konferansta belirleyici bir gündem maddesi olmadı.


Neden kapitalizm çağında?
Çinli filozofun küresel ekolojik krize işaret eden kehanetinin, bizim çağımızda gerçekleştiğini başta gördük. Neden iki buçuk bin-yıl sonra, bizim çağımızda?
Yeryüzünün milyon-yıllarla ölçülen jeolojik evriminin aşamalarını çağlar şeklinde sistematik olarak tasnif eden bilim çevreleri, çok yakın tarihlerde içinde bulunduğumuz jeolojik çağı Antroposen: “İnsan Çağı” olarak adlandırmaya karar verdiler: Çünkü çağımızdaki jeolojik süreçleri belirleyen temel faktörün insan unsurunun etkisi, özellikle onun, canlı doğada küresel boyutta ağır tahribata yol açan, yıkıcı etkileri olduğu artık bilimsel olarak kanıtlanmıştı.
Yeryüzünün evriminde insanın oynadığı bu olumsuz rolün nedeni, insanın doğasında “şeytani bir kötücüllük” bulunması değildir: İnsanın insanla olan sorunlarıdır, toplumsal sorunlardır. Özellikle endüstri devriminden bu yana, çevre savurganlığının ve kirliliğinin yaşayan doğayı boğar hale gelmesi ve insanların ezici çoğunluğunun bilinçsiz üretim-tüketim robotlarına dönüştürülmesi, kapitalist kör rekabet sisteminin dayattığı, alabildiğine sürekli büyüme mecburiyetinden kaynaklanmıştır:
Büyüme, kapitalizmin vazgeçilmez bir "beka" sorunu, bir varlık-yokluk sorunudur. Kapitalizmde sürekli büyümenin motoru, ne teknolojik ilerlemedir, ne insan nüfusunun çoğalmasıdır, ne de insanların yaşam kalitesini yükseltme çabasıdır: Büyümenin motoru, sermaye dünyasındaki vahşi rekabetin dayattığı, "ya büyü, ya da yok ol!" yasasıdır. Böyle bir yasayı temel alan bir toplumun, olanakları sınırlı olan dünyamızda ağır tahriba yol açması kaçınılmazdı. Vahşi rekabatin "büyü, ya da yok ol!" buyruğu ile havamızın, suyumuzun, toprağımızın sınırsız olmadığı olgusu arasındaki çelişki - kapitalizmle eko-sistem arasındaki çelişki, kapitalizmin uzlaşmaz bir çelişkisidir.
Çağımızda artık küresel ekolojik krizler gittikçe ağırlaşarak birbirini izliyor:
- Son anda uçurumun kenarından döndüğümüz, kutuptaki ozon deliği krizi;
- hâlâ çözülmemiş olan atom enerji santralleri krizi;
- dalga dalga yükselen, yaşam türlerinin yok olması krizi;
- tatlı su kaynaklarının giderek azalması krizi;
- ve nihayet geri dönüşsüz bir felakete doğru dört nala ilerleyen iklim krizi…
İyimser olalım, her ne şekilde de olacaksa, sera gazı emisyonunu durdurmayı, ısınmanın o geri dönüşsüz 1,5 dereceyi aşmasını önlemeyi başaracağımızı ve (ozon deliğindeki gibi, bir kez daha) uçurumun kenarından döneceğimizi umut edelim: Ama "Büyü ya da yok ol" buyruğu geçerli kaldığı, vahşi rekabet ve bilinçsiz kör büyüme "sürdürüldüğü", aşırı tüketime dayalı yaşam biçimi ve üretim modelinden vazgeçilmediği müddetçe, yeni ölümcül krizlerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Örneğin kapıda bekleyen ciddi bir büyük ekolojik kriz tehlikesi, (her şeyden önce zehirli tarım ilaçlarının etkisiyle) eko-sistemin çimentosunu, kan dolaşımını oluşturan bal arısı ve yabani arı türlerinin yok olması tehlikesi: Büyük bir ihtimalle bu, yaşayan doğa için en az iklim krizi kadar ölümcül bir tehlike.


Sürdürülebilir yaşam
İklim krizine karşı uluslararası okul çocukları grevinin öncüsü Greta Thunberg, "Bir problemin çözümü mevcut sistem içinde mümkün değilse, o zaman sistemi değiştirmek gerekir" diyor: Kapitalist sistemin kendi içinde çelişkili “sürdürülebilir büyüme” hedefinin karşısına biz, “yaşayan doğanın, yaşamın sürdürülebilirliği” vizyonuyla çıkmak zorundayız. Ve bunu istikrarlı bir güvence altına almanın, ancak - büyü ya da yok ol buyruğunun toplumda geçerliliğini yitirdiği, - sömürünün ve her türlü tahakkümün aşıldığı
bir toplumsal sistemle mümkün olacağını görmeli ve göstermeliyiz.
Ama bu, küresellik koşullarında her biri yaşayan doğa için var olmak ya da yok olmak sorununa dönüşen ekolojik krizleri tekrar tekrar aşma görevinden vazgeçmek, ekolojik kurtuluşu kapitalizmin aşılmasının, her türlü toplumsal hiyerarşi ve ulus devletin kalkacağı nihai bir toplumsal kurtuluşun sonrasına ertelemek demek olamaz:
Ekolojik krizin yapısallığını belirtmek, kapitalist vahşi rekabetin “ya büyü ya da yok ol” buyrultusu koşullarında bu yapısal krizin art arda patlamalarının hiçbir zaman sona ermeyeceğini görmek başka şeydir, “sömürü düzenini acilen yıkamıyorsak, artık yapacak şey yok” demek başka şey. Yapısal ekolojik krizin değişik görünüş biçimlerinin her birine karşı mücadeleyi yükseltmek, bunun için her düzeyde mutabakatlar oluşmasına, güçlenmesine katkıda bulunmak, bu uğraşların Trump tipi karşıtlarını geriletmek, herkesin görevidir; herkesten önce de insanlığın nihai kurtuluşu için mücadele eden her türden devrimci yönelimler için vazgeçilmez bir görevdir.
Ekolojik felakete karşı mücadelenin öncüleri, kuşkusuz Kazdağları’nda, İkizdere’de, Validebağ Korusu’nda, onlarca, yüzlerce köyde, ormanda, vicdan nöbetlerinde - HES’lere, GES’lere, maden ocaklarına, orman katliamlarına karşı göğüs göğüse mücadele veren köylüler, aydınlar, gençler, aktivistler. Aynı zamanda bu uğraşın çok geniş bir toplumsal tabanı var: Kapitalizm ile eko-sistem arasındaki uzlaşmaz çelişki, tüm canlıların ve her bir insanın hayatını tehdit ediyor, tüm insanları bu uğraşın potansiyel öznesi yapıyor.
Ancak, 1972 Stokholm konferansından bu yana, uluslararası konferanslarda, uzlaşmalarda görülen o ki, yapılan tüm uzlaşmaları yaralayan, tespit edilen hedeflere varmayı engelleyen başlıca etken, çok uluslu şirketlerin, onların sözcülerinin, yandaşlarının “sürdürülebilir büyüme”, “modern refah toplumu” tezleri ardına gizlenip, aşırı tüketim modelini sürdürmekte ısrarları oluyor.
Bu nedenle, yalnızca ekolojik krizler karşısında her düzeydeki uzlaşmaları oluşturmak ve desteklemek göreviyle yetinilemez. Aynı zamanda mutabakat ortaklarımıza büyük resmi, krizin yapısal doğasını göstermek, vazgeçilmez bir görevdir. Özellikle sürekli büyüme çabası ve bunun körüklediği, aşırı tüketime dayalı toplum modeli, yapısal ekolojik krizin başlıca nedenidir.


Yeni bir yaşam kültürü yaratmak
Sürekli büyümeye ve aşırı tüketime karşı mücadele, her şeyden önce bir kültür mücadelesi olacaktır. Kapitalist hegemonya, kuşaklar boyunca süren alışkanlıkların, çocukluktan beri verilen eğitimin ve günümüzde yüksek düzeyde uzmanlaşmış profesyonel reklam ve pi-ar faaliyetlerinin temelinde, “aşırı tüketimin refah toplumu ve mutluluk demek olduğu” yanılsamasını bilinçlere çiviyle çakarcasına yerleştirmiştir. Bu nedenle, büyük ölçüde yapay ve sahte gereksinimler üzerine kurulu aşırı tüketim kültürü yerine gerçek bir yaşam kalitesi sağlayacak yeni bir yaşam kültürü yaratma mücadelesi, duyarlılıkla, dünyaya ve yeniliklere açık bir yürekle, empatiyle ve (en az karşıtlarımız kadar) ustalık, bireysel yaratıcılık ve uzmanlıkla yürütülmesi gereken bir mücadeledir.

Bu mücadelenin en önemli bir boyutu iş günü sorunu olacaktır: Günümüz modern toplumunun insanı, uyku saatleri dışında bilinçli yaşandığı ömrünün yarısından çoğunu iş saatlerinde, kişisel iradesini üretim sürecinin iradesine teslim etmiş bir üretim kölesi olarak geçirmektedir. Yaşam kalitesini gerçek anlamda yükseltmenin ilk koşulu, üretimi sürekli büyüten değil, iş saatlerini giderek azaltan bir modern toplum anlayışı olmalıdır. İleri teknolojinin ve toplumsal örgütlenmenin olanakları, toplumsal yarış ve rekabet alanları bu yönde seferber edilmelidir.

Sürdürülebilir yaşam toplumunda, toplumsal gelişmenin ölçütü, “kişi başına gayri safi hasıladaki büyüme” değil, üretime ayrılan saatleri azaltma, insanın kendi iradesiyle biçimlendireceği, sevdiği faaliyetlerde, sevdiği dostlarıyla birlikte, özgürce geçireceği saatleri arttırma olacaktır.