Geçen ay(Haziran 2022) Madrid'de yapılan NATO zirvesi bir çok açıdan dikkat çekiciydi. Finlandiya ve İsveç'in katılım sürecinin başlatılması ne kadar önemliyse de, belki de daha önemlisi ilk olarak Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Kore'nin Hint-Pasifik Ortaklar olarak zirveye çağrılmasıydı. 10 yıl önceki zirvede radikal İslamcı teröre karşı müttefik olarak görülen Rusya ve Çin düşmanlaştırıldı; aralarında kurdukları ittifakın "Batı değerlerini" tehdit ettiği saptaması yapıldı. Tüm bunlar Ukrayna'da kışkırtılan savaşın aslında daha geniş bir planın parçası olduğunu düşündürüyor.
ABD'nin Hegemonyasını Sürdürme Stratejisi
II. Dünya savaşı sonrasında kurulan ABD hegemonyası 1970'lerden beri geriliyor. Petrol krizi ve ABD'nin Vietnam savaşını kaybetmesi bu sürecin ilk işaretleri oldu. ABD neoliberal politikalarla bu gerilemeyi engellemeye çalıştı. 1990'larda Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle ve dijital teknolojilerin gelişmesiyle bunda başarılı oluyor gibi göründü. Ancak 2001 ve 2008-09 krizleri bu sürecin ABD hegemonyasının nihai çöküş süreci olduğunu net olarak ortaya koydu. Bu arada Afganistan ve Irak işgalleri de çok pahalıya patlayan son çırpınışlar olarak ortaya çıktı. 2010'larda ise Suriye'deki savaş ve bu süreçte IŞİD'in kontrolden çıkması muhtemelen ABD'li elitlerde paniğe dahi yol açtı.
Bu paniği bir yanda CIA Suriye'deki diğer radikal İslamcı güçleri desteklerken, Pentagon'un onlarla savaş halinde olan Rojava'ya IŞİD ile savaş temelinde destek vermesinde görebiliriz. CIA bu süreçte bir çok İslamcı savaşçıyı eğitti ve silahlandırdı, bunlar eğitim alırken kendilerini ılımlı olarak sunmuş olsalar da sonuçta radikal İslamcı gruplara katıldılar. Nitekim ABD bürokrasisinin çelişkili yaklaşımları ve tutarlı politikalar geliştirememesi, sonunda ABD'nin Ortadoğu'dan büyük ölçüde çekilmesiyle sonuçlandı. Muhtemelen Suriye'yi Rusya'nın saplanıp kalacağı bir bataklığa çevirmek istediler, ama başaramadılar. Neyse ki ABD'de bulunan kaya gazı ve petrol kaynakları onların Ortadoğu petrollerine bağımlılığına son verecek boyutta oldu. Böylece Ortadoğu daha çok Çin ve Hindistan'la ticaret yapan; onlarla ve Rusya'yla politik ilişkilerini geliştiren bir bölge haline gelmeye başladı.
ABD'nin Ukrayna'da savaşı kışkırtmasına da bu çerçevede bakmak daha anlamlı olacaktır. Ortadoğu'dan çekilen, Latin Amerika ve Afrika'da etkisini kaybeden ABD, hegemonyasını sürdürebilmek için Asya'daki rakibi Çin'e odaklanmak durumunda kalıyor. Ancak Trump döneminde uygulanan ticaret ambargosu başarısız oldu ve Çin'le doğrudan karşı karşıya gelmenin risklerini ortaya koydu. Bu durumda doğrudan karşısına çıkılamayan rakibi yalnız bırakmak için yakın müttefiklerine saldırmak en akılcı yol olarak görünmüş olmalı. Rusya'nın çöküşü hem ekonomik açıdan hem de silah teknolojilerini sağladığı birincil kaynak olması açısından Çin'e büyük bir darbe olacaktır.
Bu hesaplarla ABD'de ve Kanada'da eğitilen neo-Naziler Ukrayna'da sahaya sürüldü. Devlet başkanı Zelenski'yi tehdit edebilecek kadar sokağa hakim olan ve politikaların belirlenmesinde etkili olan bu güçler Rusya'yı kışkırtmak için kullanıldı.[1] Muhtemelen Suriye'yi Rusya için bataklığa çeviremeyen ABD bu sefer şansını Ukrayna'da deniyor; Ukrayna'yı sürekli silahlandırarak Rusya'nın ekonomisini tüketecek kadar uzun bir savaşı desteklemeyi planlıyor. Bu şekilde Rusya tehditini öne çıkararak Avrupa ülkelerine de kendi liderliğini sorgulama fırsatı vermemek istiyor. Nitekim Avrupa'lılar Japonya ve Güney Kore'yle birlikte Rusya'ya uygulanan ambargolara katılıyorlar. Bu gelişmeler ABD'nin müttefiklerini, onların da çıkarlarını korumaya yarayan kendi hegemonyasını sürdürmek için seferber edebildiğini gösteriyor.
ABD'nin Çin ve Rusya'ya Karşı Başarı Şansı Var mı?
Ancak ABD'nin planları BRICS ülkelerinde karşılık bulmadı. Birleşmiş Milletler oturumunda Dünya devletlerinin büyük çoğunluğu Rusya’nın haksız işgalini ve Ukrayna halkına yaşattığı zulmü kınarken BRICS’in diğer üyeleri çekimser kaldı. Ardından hiç bir BRICS ülkesi uygulanan ambargolara katılmadığı gibi Hindistan için bu Rusya'dan indirimli petrol alma fırsatı oldu. Çin Rusya'dan indirimli kömür alırken, Avustralya'lı kömürcüler Çin'in zaten durdurmuş olduğu alımları yeniden başlatma umutlarını tamamen kaybettiler. Çin'in Rusya’dan petrol ithalatı Haziran ayında geçen yıla göre yüzde 70 arttı.[2] Bu arada Rusya'ya ödemelerin Ruble ya da Yuan ile yapıldığını da belirtmekte yarar var.[3]
ABD'nin Rusya'ya ambargosuna Güney devletlerinin katılmaması ABD'nin planlarını etkileyecek gibi görünüyor. Daha da kötüsü ise geçmişteki ambargoların tetiklediği alternatif ödeme yöntemleri geliştirme arayışının hızlanmış olması. ABD denetimindeki SWIFT yerine önce Rusya kendi uluslararası ödeme sistemini geliştirmişti. Ardından Çin 2015'de CIPS denilen kendi sınır ötesi ödeme sistemini geliştirdi. Bunun yanısıra Rusya kendi sistemini CIPS ile uyumlu hale getirdi ve bunlar tüketicilerin kullandığı elektronik ödeme sistemleriyle de uyumlu hale getirildi (Çin'deki Alipay ve WeChat gibi). Bu arada Çin’in liderlik ettiği, kredi kartı ya da banka kartı yerine cep telefonundaki bir uygulama ile güvenli bir şekilde ödeme yapılmasına olanak veren mobil ödeme yöntemleri giderek yaygınlaşıyor. Sanırım ödeme araçları piyasasına bir zamanlar hakim olan Visa ve Master gibi Batılı ödeme sistemlerinin bu ülkelerde artık silinmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bu alanda ABD'de de önümüzdeki yıllarda Apple Pay ve Google Pay gibi mobil ödeme sistemlerinin hakim olması bekleniyor.
Uluslararası ödemelere dönecek olursak Çin'in uygulamaya soktuğu dijital yuan, ABD dolarına karşı giderek gelişen bir alternatif olarak ortaya çıkıyor.[4] Diğer devletlerin Merkez bankaları henüz planlama aşamasındayken Çin bu konuda epey yol almış durumda. Üstelik Yol ve Kuşak girişimi(Belt and Road Initiative, BRI) Çin'e bu konuda geniş olanaklar sunuyor. BRI projeleri kapsamında Çin, verdiği krediler ve yardımlar aracılığıyla yuan'ın kullanımını yaygınlaştırıyor. İşlem maliyetini düşüren dijital yuan ile bunun daha da artmasını bekleyebiliriz. Tüm bunlar Euro'nun da yaygınlaşmasıyla birlikte ABD dolarının rezerv para olarak kullanılmasını giderek azaltıyor. IMF'nin resmi araştırmasına göre ABD dolarının ulusal merkez bankalarınca tutulan rezerv içindeki payı 1999'daki %71'den 2020'de %59'a düşmüş durumda.
Bu arada Çin Uluslararası Ödemeler Bankasıyla işbirliği içinde yuan rezerv oluşturmaya girişmiş durumda. Endonezya, Malezya, Hong Kong, Singapur ve Şili'nin 15'er milyar yuan(2,2 milyar USD) katkısıyla oluşacak rezerv bu ülkelerin Merkez Bankalarına gerektiğinde daha büyük miktarda yuan finansmanı sağlayacak.[5]
Dolayısıyla ambargo uygulamaları Batılı ülkeler dışında geri tepti. Onun da ötesinde artan petrol, doğalgaz ve buğday fiyatları tüm dünyada zaten yükselen enflasyonu daha da artırdı. Sonuçta genel bir ekonomik durgunluğun ortaya çıkması sürpriz olmayacak. Böyle bir durgunluk ise muhtemelen Çin'in yükselişini hızlandıracak; ABD'nin ve Batının dünya ekonomisindeki payını daha da aşağılara itecek.
NATO ve BRICS'e Farklı Yaklaşımlar
Bir çok konuda olduğu gibi Solda bu gelişmeler farklı şekilllerde yorumlanıyor. Kimileri bunları emperyalist güçler arasında çatışma olarak görüyor. Diğer uçta ise BRICS devletlerini anti-emperyalist olarak gören ve onların güçlenmesini kutlayanlar var. Her iki yaklaşımın da basite indirgeyici ve çelişkilerle dolu olduğunu peşinen belirtmekte yarar var. Bu yaklaşımların aksine Solun içinden geçtiğimiz süreci iyi anlamak ve bu sürecin sonunda ortaya çıkacak oldukça farklı bir dünyaya ilişkin şimdiden öngörülerde bulunmaya ve buna göre önümüzdeki döneme ilişkin yeni bir söylem geliştirmeye ihtiyacı var. Bunun için yaygın olan her iki anlayışa kısaca bakmaya çalışacağım.
Çin ya da Rusya'nın emperyalist olup olmadığı tartışması bu açıdan çok anlamlı değil. Asıl anlaşılması gereken daha önceki sermaye birikim döngülerinin çöküşlerinde olduğu gibi emperyalizmin nasıl şekil değiştirdiğinin anlaşılmasıdır. Hollanda'nın geliştirdiği sömürge sistemi, 19. yüzyılda İngiltere'nin liderliğinde nasıl yeni baştan farklı bir yapıda şekillendiyse, ABD de o sistemi yeni sömürgecilik şeklinde yeniden yapılandırmıştı. Ancak günümüzde yeni sömürgecilik de etkisiz hale geldi. Onun yerine tüm devletlerin kalkınmacılığı benimsemesiyle emperyalizmin içselleştiği bir süreci yaşıyoruz.[6] Bu süreç bir anlamda her devletin öncelikle kendi yerlerini, gücü yettiğince de uzanabildiği yabancı toprakları sömürgeleştirdiği bir emperyalizmi ortaya çıkarıyor. Türkiye'den örnek verecek olursak İstanbul'daki yeni havalimanı ve Kanal İstanbul projeleri merkezi devletin bu bölgeleri ormanları ve tarım alanlarını yok ederek, oralarda yaşayan halkı yerinden ederek sömürgeleştirmesinden başka bir şey değildir. Aynı şey İkizdere'de ya da Akbelen'de de yaşanıyor. Aynı zamanda Türkiyeli şirketler meyve yetiştirmek için Afrika'da tarım arazileri kiralıyor. Suriye'nin işgali ile oralarda konut projeleri yapılıyor.
Benzer örnekleri bir çok ülkeden vermek mümkün. Sözgelimi geçmişte sömürge olan Hindistan'dan Adani Holding, Endonezya'da madenlere sahip, yakın zamanda Avustralya'da da kömür madeni işletmeye başladı. Ancak bunlardan yola çıkarak mevcut uluslararası çatışmaları emperyalistler arası çatışma diye nitelemek gerçekten durumu basite indirgemek olur. Çünkü bir yanda günümüzde anladığımız anlamda emperyalizm kavramını ortaya çıkarmış olan Batı kapitalizminin emperyalizmi var, diğer yanda ise bu kavramın aldığı yeni şekli giderek benimseyen gelişmekte olan devletler var. Bu ikisini aynı kefeye koymak öncelikle 200 yıldır süren Batı egemenliğini göz ardı etmek anlamına gelir. Daha önemlisi de böyle bir yaklaşım bu egemenliğin çöküşüyle birlikte muhtemelen ortaya çıkacak olan çok kutuplu dünya düzenine hazırlanmanın önüne geçebilir.
Bu noktada Rusya'nın Sovyet devrimine kadar Batılı emperyalist güçlerden biri olduğu ve Sovyet döneminde de bu geleneğe uygun davrandığı söylenebilir. Ancak bu durum Batının Rusya'yı kendi sisteminden dışladığını ve onu yükselen devletler arasına ittiği gerçekliğini değiştirmiyor. Sonuçta Rusya da bugün BRICS'i oluşturan devletlerden biri ve kaderini onlarla birleştirmiş durumda. BRICS'i bir araya getiren çıkarlar ise Batı egemenliğini yıpratmayı ve geriletmeyi gerektiriyor.
Tüm bu saptamalardan sonra böyle bir dünyada anti-emperyalizmden söz etmenin de anlamsız olduğunu vurgulamak gerek. Daha doğrusu anti-kapitalist olmayan hatta kalkınmacılığı net olarak eleştirmeyen bir anti-emperyalizmden söz etmek anlamlı değil. Bu da ulusal düzeyde verilecek bir mücadele olmadığı gibi hiç bir BRICS devletinin gündemine girebilecek bir konu değil. Sonuçta BRICS devletleri Batı egemenliğini, dolayısıyla Batı emperyalizmini yavaş yavaş tasfiye ediyor, ama bu emperyalizmi yeni biçimine dönüştüren bir süreç, yok eden değil. Burada Batı emperyalizminden kasıt yalnızca yeni sömürgecilik değil, ancak bu kavramı açmayı başka bir yazıya bırakmak daha doğru olur.
Sonuç Yerine
NATO ABD liderliğinde, Avrupa devletlerini silahlanmak için seferber etmeye ve Asya’daki müttefikleriyle bağlarını güçlendirmeye girişmiş durumda. Yakın dönemdeki uluslararası terör vurgusu da yerini Çin ve Rusya’ya karşı cephe oluşturma hedefine bırakmış durumda. Ancak sonuçta askeri ve teknolojik üstünlük büyük ölçüde o ülkelerin ekonomik gücüne bağlı. ABD bunun farkında olduğu için Rusya’ya geniş kapsamlı ambargolar uygulamaya başladı. Ama bu ambargolar aksine ABD’yi ve Avrupa’yı Çin ve Rusya’ya karşı zayıflatacak gibi görünüyor. Çünkü Çin’in son dönemlerde kazandığı büyüme ivmesi hızını kaybetse bile pek de yavaşlayacak gibi durmuyor ve özellikle ABD dolarını tahtından indirmek için güçlü bir şekilde ilerleyen planlar var. Hindistan başta olmak üzere diğer BRICS devletleri ve bir çok gelişmekte olan ülke de bu planlara destek veriyor; sözgelimi Rusya’ya ruble ya da yuanla ödeme yapmayı kabul ediyorlar. Ayrıca bu gelişmelerle birlikte BRICS genişleyecek gibi görünüyor. Geçen ay İran ve Arjantin BRICS’e katılmak için başvurdu ve bu başvurular değerlendiriliyor.[7]
Tüm bu gelişmeler ABD liderliğinde gelişmiş olan mevcut sermaye birikim döngüsünün sonuna yaklaştığımızı gösteriyor. Bu döngünün sonlanması ya da çökmesi aynı zamanda Batı egemenliğinin son bulması anlamına gelecek.[8] Çünkü ABD’nin yerini alarak yeni bir sermaye döngüsüne liderlik edecek bir Batılı devlet yok. Aksine bir devletin hegemonyasına izin vermeyecek çok kutuplu bir dünya düzenine geçileceğine dair güçlü belirtiler var. Emperyalizmin almakta olduğu yeni şekil de bunun belirtilerinden biri.
Bu koşullarda Solun tartışması gereken konu kimin emperyalist ya da anti-emperyalist olup olmadığı değil, gelişmeleri doğru analiz edip çok da uzak olmayan bir gelecekte şekillenecek olan yeni dünya düzeninde mücadele etmeye hazır mıyız sorusu olmalı. Batı ile BRICS devletleri arasındaki çatışmayı emperyalistler beş yüz yıldır aralarında çatışıyor diyerek geçiştirecek miyiz? Ya da bu çatışma ile birlikte yükselen farklı türde otoriterlikleri görmezden mi geleceğiz? Yükselen ve yaygınlaşan devlet kapitalizmini ve kroni kapitalizmi anlamaya çalışmak yerine artık geride kalan politikaları eleştirmeye ve hedef tahtasına yalnız onları koymaya devam mı edeceğiz? Daha önemlisi iklim kriziyle birlikte giderek dayanılmaz hale gelen ekolojik krize karşı yükselen otoriter rejimler ve devlet kapitalizmi koşullarında mücadele etmeye nasıl hazırlanmamız gerek?