Tarih boyunca kadınların bilgi alanlarından dışlanmaya çalışıldığını görüyoruz. Varolan egemen anlayış, erkeği kültürle ve uygarlıkla ilişkilendirirken, kadını salt biyolojik farklılığı nedeniyle doğayla ilişkilendiriyor. Ve böylece onun bilgi alanından dışlanmasını meşrulaştırıyor. Buna karşılık kadınlar elbette mücadele ediyorlar…
8 Mart 1857 tarihinde ABD’nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma istemiyle tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda 129 kadın işçi can verdi. 26-27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka’nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın “Internationaler Frauentag” (International Women’s Day-Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.
8 Mart 1857 denildiğinde hepimizin aklına New York’taki hayatları pahasına güçlü bir kadın direnişi, tarih yazan mücadele geliyor elbette. Ben sizleri çok daha geçmişe, tarih öncesine, farklı inanışlardaki efsanelere ışık tutan Lilith’e götürmek istiyorum. Adem’in Havva’dan önce dünyaya gelen eşi uzun dalgalı saçları, kehribar rengi gözleri, bembeyaz ten rengi ve zarif bedeni ile ‘baştan çıkarıcı kadın’ Lilith’e. (Neden bu denli betimleme yaptığımı daha sonra açıklayacağım) Adem ile aynı topraktan ve kilden yaratılmasına rağmen Adem, kendisini üstün gördüğü için Lilith’ten kendisine itaat etmesini istemiş, Lilith’te aynı toprak ve kilden yaratıldıkları için ikisinin eşit olduğunu söyleyip reddetmiştir. Bunun yanında cinsel yaşantılarında da Adem baskın olan bir tutum sergilemiştir. Ve Lilith bu duruma dayanamayıp en sonunda Tanrı’nın yasak ismini söyleyerek Cennet’ten kaçar ki bu Cennet’ten çıkabilmenin tek yoludur. Cennet’ten kaçan Lilith, yeryüzünde şimdiki Kızıl Deniz yakınlarında bir mağaraya sığındığı rivayet edilir. Lilith, cennetten kaçmış olduğundan dışlananlardan kabul edilir ve Kızıl Deniz de İblis ve İblisler’in Kralı ile birlikte olur. Günde 100 cin çocuk doğurduğu ve bu çocukların cin, şeytan, vampir olarak tasvir edildiğine dair söylemler vardır. Bu arada Adem ise yalnızlıktan Tanrıya Lilith’i geri getirmesi için yalvarır. Tanrı Lilith’e Senoy, Sansenoy ve Samengelof isimli üç melek ile ‘evine dön’ çağrısı yaptırır. Lilith bu çağrıyı geri çevirir bunun üzerine her gün çocuklarının öldürüleceğine dair tehdit edilir ve tehdit boşa çıkmaz, Lilith, inanılmaz acı çekmesine rağmen geri dönmez. Tanrı bir gece Adem uyurken ondan aldığı kaburga kemiğinden Lilith’e çok benzeyen Havva’yı yaratır. Bu sırada canı yanan ve Adem’in Havva’ya olan bağlılığını kabul etmeyen Lilith, o acıyla o andan sonra Adem’den türeyen bütün çocukları öldüreceğine yemin eder. Erkek çocuklarının ilk sekiz gün, kız çocuklarının 20 gün içinde canlarını alacaktır. Hava karardıktan sonra yeni doğum yapmış kadınların evlerine girerek bebekleri boğduğuna, birçok kültürde, loğusa kadınların yalnız bırakılmaması ‘Albastı’, ‘Al karısı’ lohusa kadınları rahatsız etmesin diye yastıklarının altında bıçak veya makas bulundurulması, kendilerine ve bebeklerine tılsımlar, muskalar takılması bu inançtan günümüze kadar gelen alışkanlıklardır. Lilith, Havva’yı kandırıp yasak meyveyi yemesini sağlar. Adem de yasak meyveyi yemiştir. İkisi birden Cennet’ten kovulur, yeryüzüne gönderilirler ve artık ölümlüdürler. Lilith ise ölümsüzdür.
Ataerkillik manasında patriarka sözcüğü Latince patria (baba) ve Yunanca achein (hükmetmek) kelimelerinden türemiştir. Ve ilk achein (hükmetmek)’ye karşı eşitlik ve cinsel kimlik için mücadele Lilith ve kendisinin tam tersi sorgulamadan mutlak itaat ve makul, makbul kadın Havva ile hâlâ günümüzün en güzel fotoğrafıdır. Tabi aynı zamanda mülkiyet ilişkisini de sorgulatmalıdır bize, eril tahakküm ve iktidar ilişkileri de gözden geçirilmelidir beraberinde. Oysa Lilith’in tek isteği Adem ile eşit olmaktı. Lilith’in kimliğinde, Adem’i ve onun kontrolünü reddetme gücü olan tüm kadınlar lanetlendi. Lilith, dini söylencelerden bile çıkarıldı. Lilith bir şekilde saf dışı bırakılmış, Havva da daha en başından Cennetten kovulmak gibi ağır bir ‘suçla’ cezalandırılmıştır. Peki Adem Havva ile yasak meyveyi birlikte yemelerinden gerçekten sorumlu tutuldu mu? İşte bunun yanıtı apaçık belli değil mi? Lilith, karanlıklar ve gölgeler dünyasına itildi. Tüm geceye ve karanlıklara sahiptir artık…
Mitoloji de kadının yılansı ve yılanlı tasvirleri çok fazladır. Lilith yılana sarılmış şekilde tasvir edildiği gibi bir başka örnek Şahmeran’dır yarı yılan yarı insan formunda. Şahmeran efsanesinde de kadınlığa dair birçok şey söylüyor bize. Gözlerden ırak, dış dünyayla bağlantısı olmayan bir kadın, bir gün bir adamla karşılaşıyor. Yedirip içirip dostluğunu, aşkını ve bilgeliğini paylaşıyor kadın. Ve Cemşab adındaki bu adam ya sıkıldığından ya da başka şeylere duyduğu özlemden onu terk edip yeniden dünyaya karışıyor, kadına ihanet ediyor, kadın öldürülüyor ve hatta kadının fedakarlığıyla ödüllendirilen adam ünlü bir doktor yada vezir oluyor (Anlatının bazı versiyonlarında). Fedakarlık yapan öldürülen kadınlar ve iktidar bayrağını taşıyan erkekler…
Paleolitik Çağlardan Mezolitik Çağlara oradan Geç Neolitik Çağa Kadar Kadının Adı Var…
Mezolitik Çağ (İÖ 12000-İÖ 6000 arası) olarak bilinen çağ toplayıcılık ve balıkçılık yaparak mevcut ekonomide üstlendiği devindirici rol ile tartışmasız bir güç olan kadın; toplum içinde saygın bir yer, özgürlük ve topluluğu ilgilendiren pek çok konuda söz söyleme hakkı kazandı. Toplumsal yapı anaerkilliğe evrildi ve kadının ‘’tanrıçalığa” sıçrayışı kaçınılmaz oldu. Peki ne oldu da “tanrıça kadın” “itaatkar kadına” dönüşüverdi? Kadınların gerek toprakla ilişkideki üretimi gerekse de toplumsal yönetimdeki konumları, şifacılığı, doğayla olan ilişkisi, doğurganlığı muazzam berekete yol açmıştır. Üst Paleolitik’e özgü ‘’Venüs ‘’ adı verilen kadın heykellerinde de özellikle abartılmış cinsel organları ile kadının ‘’verimlilik simgesi” olarak dinsel ve büyüsel törenlerde kullanıldıkları düşünülür. Geç Neolitik Çağa kadar verimliliği ve bereketiyle kutsanmış kadının adı var. Geç Neolitik Çağa gelindiğinde çağın ekonomik yapısı içinde beliren olgular, erkeğin emeğini öne çıkarttı. Tarım, hayvancılık ve zanaat alanında ağırlıklı olarak rol üstlenmesi, üretim aletlerini ve emekten oluşan üretim güçlerini de sıkı bir biçimde kontrolü altında tutması, artan üretim erkeğin önemini ve saygınlığını yükseltmiş, başlangıçtakinin tam tersi kadın onun üyesi olduğu klana gitmiş, klan erkek egemen bir yapıya evrilmiş kadının rol ve itibarında düşüş yaşanmıştır. Erkeğin, egemenliğini yerleştirmek için attığı en önemli adım hukuksal düzenlemelerdir. Örneğin Hammurabi yasalarının işlerlikte olduğu Babil’de her ne kadar kadınlara bazı haklar (özellikle mirasla ilgili) tanınmış olsa da, yasalar genel eğilim olarak erkekten yanaydı. Örneğin Madde 129 ve 136’da kadının erkeğe “bağlılık yükümlülüğü yasal olarak saptanırken, erkek için bu yapılmamıştır”. Erkek eşinden kolayca ayrılabilmekte, bunun için kadının rızasını aramamakta; oysa kadın ayrılabilmek için kocanın rızasını almak zorunda kalmaktadır. Erkeğin kendisini eşi olarak görmediği durumlarda kadın köleleştirilebilir, suda boğulabilir yada kuleden aşağı atılabilirdi. Tersi durumunda erkeğin yükümlülüğü “yarım mina gümüş ödemek” ile sınırlıydı (Erbil, 2015: 32-80). Kadın düşünsel alandaki tahtından indirilmesi, kadının bereketin simgesi yapan “tanrıça” yapan en önemli adım kutsallığını yok etmekle işe başlanmıştır. Bunun için çalışma alanlarının ilki tapınaklar olmuştur. İdeal örgütlenme Ziggurat denilen tapınakla çevresinde gerçekleştiğini, Zigguratların iç içe geçen üç işlevinden birincisi en alt katta Zigguratların mülkiyetinde olan toprak çalışanları, ikinci katta rahipler tarafından yerine getirilen yönetim görevi, üçüncü işlev ise üçüncü kattaki tanrı varlıklarca yerine getirilmektedir. En alt katta çalışanları katı belki de ilk köleleşme, sertleşme ve işçileşmenin temelleri bu ‘birinci kat çalışanları’ kadınlar ve ailenin, kabilenin belirli sınırlar dahilinde çocuklarını tapınağın hizmetine verdiği, Ortadoğu geleneğinde çokça rastlanmakta, tapınakta çalışanlar toplumda daha onurlu sayılmaktadır. Şeyhin mülkünde çalışmak onur kazandırır. Zigguratların bir kısmında kadınların aşk nesnesi olarak rol aldıkları bilinmektedir. Üstelik en iyi ailelerin kızları için aşk nesnesi olmak onur payesi taşımaktadır. Seçkin ve ayrıcalıklı kızlar oraya alınır. Civar bölgelerin erkeklerinin beğenisine sunulmakta, bazılarıyla anlaştıklarında evlendirilmektedirler. Bu tarzda tapınağın hem geliri hem de etkinliği oldukça artmaktadır. Tapınaktan kadın almak ancak soylu aile erkeklerine nasip olmaktadır. Sümer toplumu bu açıdan ilk olma özelliğiyle, kadını tapınaklarıyla soylu tanrıça ve aşk kadınlığından ‘genelev’in’ çaresiz, kendini pazarlayan ‘işçisine’ dönüştürecektir. İnsanlığın geliştiği, yönetim biçimlerinin şekillendiği, sınıfların oluştuğu Sümer coğrafyasında verimli topraklarda elde edilen ve stoklanan artık ürünün nasıl paylaşılacağı sorunu beraberinde iktidarlaşmaya bağlı yönetim biçimini de şekillendirdi. Ana-tanrıça daha sonra Sümer rahip tanrılarına karşı büyük savaş verecektir. Erkek tanrı ‘Enki’ ile kadın tanrıçanın baş figürü ‘İnanna’ arasındaki çekişme Sümer destanlarının baş konusu olmuştur.
Cadı avları
Tablo her çağda aynı kadınların tıp dünyasına girip bilim insanına dönüşmeye başladıkları vakitlerde ’cadı avı’ denilerek yakıldıkları dönemlerde de. Ortaçağ’da cadılık ve cadı avları yaklaşık 300 yıl sürmüş Hristiyan kiliselerinin desteği ile bu sapkın teolojik süreçte ilk avlananlar şifacı ve ebeler olmuştur. Kurtboğan, sedef otu, güzel avrat otu gibi şifalı bitkileri toplayan şifacı kadınların,cadılık yaptığı düşünüldü. Vücudunun çeşitli yerlerinde ben olan, çok yaşlı olan veya Lilith ile ilişkilendirilip kızıl uzun bakımlı saçları olan kadınlar, dikkat çekici güzelliğe sahip kadınlar, geceleri şeytanla işbirliği yaptığı gerekçesiyle gündüzleri uyuyakalan, hatta regl kanının zehirli olduğuna inanılan aslında kadının özünün zehirden meydana geldiği sapkın fikri bile ortaya atılmıştır. Kadınlar için her şey gerekçe gösterilerek vahşice katledilmişlerdir. 1480 yılında başlayan 1750 yılına kadar devam eden 40 ila 60 bin arasında insanın ölümüne neden olan cadı avları “Havva’nın Cennetteyken yasaklı elmayı yemeye teşvik etmesi” gerekçelendirilerek ölenlerin büyük çoğunluğu kadındır.
Tüm bu çağlar boyunca şeytanlaştırılan, cadılaştırılan, yok sayılan kadınlar kadın ve erkek arasında mutlak eşitliği öneren feminizm ile tanışmaya başlamıştır.
Tarihte ilk feminist olarak bilinen Mary Wolfstonecraft’ın ‘’Artık kadınların yaşam şekillerinde bir devrim gerçekleştirmesinin zamanı geldi. Kadınlara yitirdikleri onurlarını yeniden vermek ve insan soyunun bir parçası olarak dünyanın dönüştürülmesine katkıda bulunmalarını sağlamak için geç bile kalındı. Kadın ve erkek arasında, cinsel arzulama dışında hiçbir fark kalmayıncaya kadar mücadele!” sözleriyle feminizmin tohumları atılmaya başlanmıştır. 19. yüzyılda oy, eğitim ve mülkiyet hakkı gibi medeni ve siyasal haklar temelinde 1. dalga feminizm, eşit işe eşit ücret, evlilik ve ailede eşit haklar, kadınların kamu görevlerinde çalışabilmesi gibi haklar üzerinden mücadelesini sürdürmüştür. Türkiye’de 1. dalga feministler içinde en önde gelen isim Nezihe Muhiddin’dir. Nezihe Muhiddin, Kadınlar Halk Fırkasını kurar. Ardından Türk Kadınlar Birliği kurulur. Dönemin medyasının yoğun saldırısına uğrayan Nezihe Muhiddin, siyasetten hükümet kararıyla uzaklaştırılır. 2. dalga feminizm, kadınlar üzerindeki ortak ülküyü işaret eden “kız kardeşlik” kavramı geliştirilmiş, kadınların erkekler tarafından ezilmesi karşısında topyekün mücadele etmeleri gerektiğinin altı çizilmiştir. Ayrıca, ikinci dalga feministler, “kız kardeşler” kavramıyla genelleyici bir görüntü çizseler de ırk ve cinsel tercih gibi farklılıklara karşı bir duyarlılıkta geliştirmişlerdir. Doğum kontrolünü güvenli ve kolaylaştıran yöntemler, kadınların hamilelik riski olmadan cinsellik yaşayabilecekleri güvenli ortam ve uygulamalar ve 2. dalganın başlamasında ve teorisinde çok önemli bir etkisi olan Simone de Beauvoir, “kadınların kurtuluşu karınlarında başlayacak” diye yazmıştı, İkinci Cins isimli üç ciltlik kitabında. 2. dalga feminizmin temel ideolojisi ‘’Kadın doğulmaz, kadın olunur” bu tespitin özeti oldu. Bütün kitap cinsiyet rollerinin doğal değil öğretilmiş olduğunu kanıtlayan bilgi ve deneyimler içeriyordu. Yine bu kadınların teoride ve özellikle pratikte en önemli yol göstericileri “özel olan politiktir” oldu. En büyük sömürü ve toplumsal cinsiyet rolleri var eden patriyarka, hiçbir kamusal alanın mücadelesine imkan vermeyen en mahrem yer olan evde şekilleniyordu. Kamusal alan/ özel alan tartışması ve tespiti çok önemli bir gelişmeydi. Türkiye’de 2. dalga feministlerin yankısı kadın kurtuluş hareketinin cinsel tacize yada sarkıntılığa karşı bir kampanya olan “İffetli kadın olmak istemiyoruz!” adlı en radikal eylemlerine sebebiyet verdi. 1980’li yıllarda postmodernizmden etkilenerek ortaya çıkan 3. dalga feminizm, ikinci dalga feminizmin yetersiz kaldığı yönlerden doğmuştur. Bu dalga hareketi yasalara ve politik sürece daha az, bireysel kimlik üzerine daha fazla odaklanmıştır (Özdemir ve Aydemir, 2019: 1708). 3. dalga feministler, sadece feminist kimlikleriyle varolmamışlardır; farklılıklara verilen önemin artmasıyla kendi kimliklerini feminizmle birleştirerek kadın sorununa eğilmişlerdir. Örneğin Müslüman bir feminist, kendi kimliğini de feminizmle kaynaştırarak İslami feminizme, çevreci bir feminist de ekofeminizm hareketini savunmuştur.
Ekofeminizm üzerine; Ekofeminizm, doğal dünyanın sömürülmesi ile kadınların baskı altına alınması arasında bağlantı gören bir harekettir: 1970’lerin ortalarında, ikinci ve üçüncü dalga feminizmin ve yeşil hareketin itici gücüyle ortaya çıkmıştır. Ekofeminizm, feminizmin mücadele ettiği cinsiyetçi anlayışla mücadele ederken doğa ve çevre sorunlarının da çözümü için uğraşarak feminizm ile çevreci anlayışı aynı potada birleştirmektedir (Mellor, 1997). Ekofeminizm kavramını ilk defa feminist aktivist Françoise d’Eabonne tarafından 1974’te yayımlanan ‘’La Feminizme ou la Mort” (Feminizm veya Ölüm)isimli kitapta kullanmıştır (Ferry, 2000). Ekofeministler, ataerkinin ve kapitalizmin doğa ve kadın üzerindeki yıkıcı etkisini daha görünür hale getirmeye ve buna yönelik çözümler sunmaya çalışırken üretim ve yeniden üretim arasındaki çelişkileri de ele almaktadır. Ekofeminizm bir feminist hareket olarak feminizmde olduğu gibi içinde farklı yaklaşımlar barındırmaktadır. Carlassare’e (1994:53) göre kültürel ekofeminizm, kadın ve doğa arasındaki tüm ilişkiyi görür ve zulmü kişisel ve daha geniş ölçek te keşfetmek için manevi veya şiirsel modlar kullanır. Bookchin’in (1996) sosyal ekoloji teorisinin kaynaklık ettiği sosyal ekofeminizm ise toplumu yerelleştirilmiş, insancıl gruplar olarak kabul etmektedir. Sosyal ekofeminizm, toplumsal yaşamın tüm alanlarına nüfuz eden ekonomik ve toplumsal hiyerarşileri yok ederek kadının özgürleşmesini savunmaktadır. Hiyerarşik ilişkilerin devam etmesi, kadınların ve doğanın tutsaklığının devamı anlamına gelmektedir. Atay’a (2015) göre; Eko-sosyalizm, sınırsız büyümenin mümkün olduğunu savunan kapitalist sistemi reddederken; devletin olmadığı, insancıl, eşitlikçi ve demokratik bir toplum anlayışını alternatif olarak sunmaktadır (Atay, 2015: 22). Son dalga olarak ele alınabilecek 4. dalga feminizm, internet ve teknolojinin yükselişe geçtiği ve postmodern etkilerin toplumsal düzlemleri etkilediği bir dönemde ortaya çıkmıştır.” Dördüncü dalganın başlangıcı facebook, twitter, youtube’un kültürel dokuyu sağlam bir şekilde sağlamlaştırdığı ve ‘jezebel’, ’feministing’ gibi feminist blogların web’de yayıldığı 2008’li yıllara denk gelmektedir (Özdemir & Aydemir, 2019: 1709). “Kadınların birbirleriyle ve erkeklerle kendi bildikleri şekilde çalıştığı her yerde, kadınların ve erkeklerin değer kavramının, eril tanımların, birlikte sorguladığı, toplumsal cinsiyet iltimasını reddettiği, dayanışmayı desteklediği, saldırganlığa sırt çevirdiği ve daima özgürlüğü aradığı yerde feminizm var olmaya devam eder ve edecektir” diyor Ursula K. Le Guin.
Sermaye, feodalizmden kapitalizme geçişte kadını yeni bir sömürünün içine çekti. Kapitalist patriyarka kadını eve hapsetti ve adeta kuluçka makinesi gibi sadece doğurganlığıyla kadına kutsal annelik atfedip, feminist mücadelenin birçok kazanımını yoksaydı. Kadının ev içi emeği doğal bir emek gibi anlaşıldı. Bu teorik eleştirinin pratik karşılığı kadınların değersizleştirilmesi, kendi emekleri ve bedenlerini savunmaya dönük mücadeleleri, sermaye birikimi karşısında bir mücadeledir.
Günümüzde kadınlar, sırf kadın oldukları için eşitsiz ilişkilere taraf değiller mi? Özel baskılara haksızlıklara uğramıyorlar mı? Kendilerini geliştirmek, potansiyellerini geliştirmek açısından kısıtlı değiller mi? Ailenin sınırları içinde şiddete, dayağa, saldırıya ve baskıya uğramıyorlar mı? Kadın kendi bedenine sahip midir, bu açıdan güvencede midir? Bırakalım aile içi şiddeti, en çıplak biçimiyle ırza tecavüz olaylarında, karakol-mahkeme aşamalarında kadın nelerle karşılaşıyor? Kadın hem tecavüz olayını yaşamakta, hem de suçun toplumsal ayıbını çekmeye zorlanmaktadır. İşte bu yüzden feminizme ihtiyacımız var (Berktay, 1998: 120).
New York’taki dokuma işçilerinden Clara Zetkin’e, Rosa Luxemburg, Kate Millett, Mary Wolstonecraft, Emma Goldman, Marie Curie, Simone De Beauvoir, Nezihe Muhiddin, Ulviye Mevlan’a adını yazmakla bitmeyecek kadın mücadelesinde bizlere ışık tutan, onlardan aldığımız mirasın gücüyle” Lilith’in cadıları” biz kadınlar, her türlü eril ve üst akıl, öğreten adamlardan, mansplaining uzaklaşıp, kadına yönelik her türlü şiddetin (fiziksel, sözel ve psikolojik), 6284 İstanbul Sözleşmesinin tüm kazanımlarının uygulanabildiği (kadın için yaşamsal öneme sahip), gecelerinde, sokaklarında, meydanlarında özgürce dolaşılabildiği, patriyarka son bulduğu güzel günlere özlem ve inançla. Mücadeleye devam. Kadın, Yaşam, Özgürlük!
KAYNAKÇA
ALTINTAŞ, Nurhan (Lilith Cadısı), “Lilith Efsanesi”, 25.09.2018
anarkismo.net, “3 Dalga ile Feminizm”, anarkismo, 01.11.2006
AYDEMİR, Duygu ve ÖZDEMİR Hacı, “Ekolojik Yaklaşımlı Feminizm/Ekofeminizm Üzerine Genel Bir Değerlendirme:Kavramsal Analizi, Tarih Süreci ve Türleri”, Akdeniz Kadın Çalışmaları ve Toplumsal Cinsiyet Dergisi, http://dergipark.gov.tr/ktc,- Geliş Tarihi:21.08.2019- Kabul Tarihi: 22.11.2019
BEAUVOIR, Simone De, Kadınlığımın Hikayesi, Payel Yayınevi, 1997, İstanbul
BERKTAY, Fatmagül, Kadın Olmak Yaşamak Yazmak, Pencere Yayınları, 1998, İstanbul
DONOVAN, Josephine, Feminist Teori, İletişim Yayınları, 2015, İstanbul
ERBİL, Pervin, Kibele’den Pandora’ya Kadının Tarihsel Yenilgisi, Arkadaş Yayınevi, 2015, Ankara
ERKAN, Selvi, “Feminist Tarihe Bakış: 1. 2. ve 3. Dalga Feminizm”, medium.com, 28.06.2019
FEDERİCİ, Silvia, Cadılar Cadı Avı ve Kadınlar, Otonom Yayıncılık, 2019, İstanbul
GÖKDUMAN, Tuğba, “Şahmeran’dan Lilith’e Yılanlı Kadınlar”, Çatlak Zemin, 19 Haziran 2020
Kesk Kadın Dergisi, Yaşamımızı Savunuyoruz!, Boyut Matbaa, Kasım 2020, Sayı 12, Ankara
onedio.com, “Efsanelerde Adem’in Havva’dan Önceki Karısı ve Tüm Kötülüklerin Anası Olarak Geçen Lilith’in Hikayesi”, Onedio, 08.05.2018
ÖZLEN, Tunca, “Feminist harekette 2.Dalga’dan 3.Dalga’ya Geçiş Sancıları”, gazeteduvar.com. tr, 18.08.2019
SAVRAN ACAR, Gülnur, “Patriyarka”, feministbellek. org
SERİNDAĞ, Seval, “Lilith Efsanesi”, Gaia, https://gaiadergi.com, 18 Kasım 2017
tr.m.wikipedia.org, Ataerkillik
www.birgün.net, “Havva Anamızın Suçlandığı Yasak ‘Elma’, Sadece Bir Elma mıydı? Mesele Sadece İstanbul Sözleşmesi Değil!”, Birgün Gazetesi, 02.08.2020
www.milliyet.com.tr, “Dünya Kadınlar Günü Neden Kutlanır?”, Pembenar, 07.03.2020
(Kaynak: Tebeşir Mektepli Bülten’den alınmıştır)
Yayıncının Notu: Bu yazı ilk olarak 8 mart 2021'de yayınlanmıştır.