Zülfi DİCLELİ

Zülfi DİCLELİ

zulfu@optimistkitap.com

Dört eski ve bir de görece yeni soru

Türkiye’deki herhangi bir politik gücün etrafından dolaşamayacağı dört eski ve bir de görece yeni soru, daha doğrusu sorun öbeği var. Siyasi iktidarın bu konulardaki tercih ve uygulamaları oldukça net ve belirgin iken muhalefet partileri için aynı şeyi söylemek şu anda pek mümkün değil.

  • Birincisi, Türkiye’nin dünyadaki yerine, duruşuna, yönelimine ilişkin sorudur.
  • İkincisi, Türkiye’nin siyasi rejimine ve devlete ilişkin sorudur.
  • Üçüncüsü Türkiye’nin ekonomik ve sosyal politikalarına ilişkin sorudur.
  • Dördüncüsü yukarıdaki her üç sorunla da kesişen Kürt sorunudur.
  • Son ve görece yeni olan ama giderek tüm diğer sorunları da etkileyen ana etken haline gelmesi muhtemel soru da Türkiye’nin yeni Androposen çağ koşullarına yaklaşımına ilişkin sorudur.

Birbirleriyle yakından ilişkili olan bu sorular Türkiye’nin 100 yıldır kalıcı bir çözüm getiremediği ve hemen her şeyin çevresinde döndüğü temel sorun alanlarıdır. Bu sorulara getirilen yanıtlar ve bu temelde geliştirilen politikalar Birinci Meclis’ten Tek Parti rejimine, çok partili rejimden 12 Eylül dönemine ve en son bugünkü rejime kadar defalarca—hem de bazen köklü biçimlerde—değişmiş ama bunlar bir türlü toplumun genelinin ya da önemli bir çoğunluğunun üzerinde mutabık olduğu kalıcı tercihler haline gelememiştir. Bütün bu alanlarda giderek ağırlaşan sorunlar yaşamaktan kurtulabilmiş değiliz.

Eğer son yüz yılın herhangi bir aşamasında şu ya da bu iktidar bu sorulara kalıcı yanıtlar getirilebilmiş olsaydı, onu izleyen aşamayı/aşamaları hiç de yaşamazdık. Öyle değil mi? Topyekûn bir başarısızlık aslında söz konusu olan.

Bu ortak başarısızlığın çok belirgin bir nedeni, bütün dönemleri belirleyen ortak bir özellik var. Son yüz yıl içinde gerek iktidar partilerinin gerekse muhalefet güçlerinin izlediği politikaların hepsi aynı temel paradigmadan yola çıkıyordu:

Bir dünya tarihi olarak esas olarak Avrupa tarihini normal ve geçerli kabul eden, Rönesans ve Reform Avrupa’sını tek ve tekil bir modernliğe giden bir yönelim olarak gören ve onun dışındaki tüm tarih tecrübelerini güzergâhını, mecrasını bulamamış, tıkanmış yanlış yollar olarak değerlendiren bir paradigmaydı bu.

Yukarıda sayılan temel sorun öbeklerine Türkiye’de getirilmeye çalışılan yanıt denemelerinin (ters yöndeki bütün iddialarına karşın AKP iktidarının getirdiği yanıtlar da dahil) ayrımsız hepsi batı modernitesinin tarihinde şu ya da bu şekilde uygulanmış çözümlerin veya şu ya da bu batılı düşünürün/kurumun formüle ettiği görüşlerin etkisi altında geliştirilmişti.   

Kuşkusuz batı modernitesinin evrensel önem taşıyan birçok kazanımı var. Ama evrensel olanın alınıp kendi yerelliğimize aktarılabilecek bir reçete olduğunu sanmak temel bir yanılgıydı. Ve sadece Türkiye’nin değil, bütün batı-dışı dünyanın son 100 yıllık tecrübesi aynı yanlış paradigma tercihinin kurbanı oldu. (Deng Hsiao-Ping sonrası farklı bir çizgi izleyen Çin’in gelişimi dışında hiçbirinin durumu bugün bizden çok hallice değil.)

Ne var ki tarihin içinde bulunduğumuz aşamasında böyle bir paradigma doğrultusunda kendimize yeni tercihler belirlemeye devam etmek—hâlâ yanlış olacak olsa bile—artık mümkün olmaktan da çıkmış bulunuyor. Çünkü batı kökenli yolun/yolların tek yol olarak kabul edilmesini/ettirilmesini mümkün kılan koşullar (batının 500 yıllık üstünlüğü) bütün zamanlar için ortadan kalkmış bulunuyor. Üstelik yitirilen sadece askeri, ekonomik, jeopolitik üstünlük değil, batı yumuşak güç (düşünsel, kültürel, entelektüel) alanlarındaki üstünlüğünü de yitiriyor.

Her bakımdan çoklu (çok kutuplu, çok ekonomili, çok yaklaşımlı, çok kültürlü, çok tarihli) bir dünyadayız artık ve böyle de devam edecek gibi görünüyor. Bu aynı zamanda melezleşmelerin de arttığı bir dünya. Dünyanın bütünlüğü artık ancak çeşitliliğin birliği olarak düşünülebilir.

Bu durumda nasıl batılı ülkeler gelişmekte olan ülkelerin kendilerini izlemesini beklemekten vazgeçmek zorundaysa, Türkiye’deki politik güçler de toplumda yeni boy atmakta olan kesimlerin kendi eskimiş anlayış ve yaklaşımlarına uyum sağlamasını beklemekten vazgeçmelidir. (2013’teki Gezi direnişiyle hiçbir politik çevrenin rezonans sağlayamamış olması iyi bir gösterge olsa gerektir.) Türkiye’nin, siyasetin, rejimin yenilenebilmesi için önce siyasi güçlerin kendilerini yenilemesi gerekiyor.

***

Bunun için iki önemli çıkış noktası var:

Birincisi, artık geriye dönmek mümkün değil. Ne dünyada ne Türkiye’de. 2008-2016 öncesi koşullara, o dönemlerin politika ve yaklaşımlarına hiçbir şekilde geri dönülemez.  

İkincisi, kendi yolumuzu kendimiz bulmaya yazılıyız artık.

Hemen herkesin siyasi geçmişi ciddi yanlış ve açmazlarla yüklü olduğu için, eski tartışmaları bir kenara bırakıp yeni yolları hep birlikte aramaya başlamaktan başka çare olmadığını görmemiz gerekiyor.  

Arayışımızda bize yol gösterecek olan “2020’li yılların dünya ve Türkiye koşullarında birlikte en iyi nasıl yaşayabiliriz” sorusudur.

Bu arayışta şimdiye kadar yapılageldiği gibi, evrensel olan ile yerel koşullarımızı karşılaştırıp, yerelimizde eksik gördüğümüzü evrensel modellerden alıp tamamlamak gibi bir yöntemi izlememeliyiz. Evrensel olanın taklidi aslı gibi olmuyor.

Evrensel olanı kendi yerel koşullarımızda, kendi bağlantı ve ilişkilerimiz içinde bulmalıyız. Evrensele dayanmak  evrenselin bu topraklardaki, kendi kökenlerimizdeki izleri üzerinde yükselmek demektir. Öyle izler vardır.

Aynı şekilde batı dünyasıyla ya da şu veya bu güçle kamplaşarak karşıt yollara yönelmenin de çıkar yol olmadığı açıktır. Türkiye yeni arayışlarını ve özgün çözüm yollarını gene ancak küresel bağlamlar içinde bulabilir. Bir ülkenin sadece kendi başına “kalkınabileceği ve ileri teknoloji girişimciliği”ne sahip olabileceğine inanmak bugün popüler bir inanç olsa da tam bir yanılgıdır.

Öte yandan 21. yüzyılın koşulları, daha iyi bir dünya isteyenlerin çok çeşitli alanlarda istediklerini bugünden yapmaya başlamasını mümkün kılan ekonomik, sosyal ve teknolojik olanaklar da getiriyor. Dünya artık dışarıdan seyredip yorumlamakla yetineceğimiz bir dünya değil, doğrudan yaparak, daha iyi çözüm tasavvurlarımız doğrultusunda müdahale edebileceğimiz bir dünya haline geliyor.

Böylece kendi hibrid gelişme yolumuzu oluşturmalıyız. Nasıl baskı ve sömürüye dayalı toplumların 50 tonu oluyorsa, özgürlük ve adalete dayalı toplumların da 50 tonu olabilir.

***

Birinci sorun öbeğimize dönersek bu, Türkiye’nin dış politika alanında, uluslararası alanda nasıl bir politika izleyeceği sorusudur. Askeri güce, çatışmacılığa, dayatmalara mı dayalı, yoksa karşılıklı yarar sağlayan ilişkilere ve “yumuşak güce” dayalı barışçı bir politika mı?

Geldiğimiz, içinde yaşadığımız yer ve üzerinde yaşayan insanlar olarak yurdumuzun esenliği ve sürdürülebilirliği için ve “yurtların yurdu olarak yerküremizin“ esenliği ve sürdürülebilirliği için, Türkiye nasıl bir dünya düzeninin oluşmasından yana olacaktır?

İkinci sorun öbeğimiz nasıl bir demokrasi ve devlet sorusuyla ilgilidir. Rejim değişikliğinden anladığımız siyasi iktidarın değişmesi ve devletin muhalefet güçlerinin eline geçmesiyle sınırlı kalacak bir değişiklik mi? Yoksa en başta devletin dönüşmesi, devlet anlayışının yenilenmesi, devletin ve bürokrasinin mevcut her şeyi kurutan “devlet aklından” ve milliyetçi, İslamcı ve neoliberal politik ideolojilerden arındırılması (küçük devlet-büyük devlet ya da vasi devlet-sivil devlet tartışmasının ötesinde) ve toplumun çoğunluğuna hizmet edecek, dengeleyici ve yönlendirici aktif bir modern devlet gerekiyor.

Bunun için demokrasinin bu yeni çağa uygun yeniden kavramlaştırılmasına ihtiyacımız var. Regüle edici, yeniden dağıtımcı, şirketleri ve girişimciliği destekleyici, yurttaşlara sıçrama tahtası olarak işlev görecek eğitim ve sağlık sistemleri sunacak devlet gerekiyor. Bu ise ancak toplumun geniş katılım ve kontrolü ile mümkün olabilir. Devlet toplumu değil, toplum devleti kontrol etmelidir. Bu ancak ademi merkezi düzenlemelerle, yerel düzeyde demokratik katılımın güçlenmesiyle etkin olabilir.

Böyle bir demokraside çoğunluk ancak azınlığın “kesin yanlış”—sadece arzu edilir değil demeyip temelden yanlış—demeyeceği şeyleri yapabilmelidir. (Kesin yanlış denmesi ciddi bir problem olduğu anlamına gelecektir.) Böylesi mutabakatlara varılmasının tek yolu: özgür koşullarda açık ve samimi tartışmadır. Türkiye’de farklılıkların birbirleriyle konuşabilir bir şekilde yaşayabilmesini sağlamak burada belirleyici olacaktır.

Üçüncü sorun öbeğimiz ekonomik ve sosyal politikalara ilişkindir. Burada da bütünsel yaklaşımlara ihtiyacımız var.

Nasıl artık insan zekâsı dendiğinde sadece IQ ile ölçülen zekâ anlaşılmıyor ve kişinin zekâsını geliştirmek için mekânsal, sözel, mantıksal, kinestetik, müziksel, manevi, sosyal, doğasal, varoluşsal zekâsını, çoklu zekâyı geliştirmek gerektiği vurgulanıyorsa, toplumun da parasal, teknolojik, sosyal, insan, kültürel, doğal ve manevi varlığının hepsinin birlikte gelişmesi ve güçlenmesi gerekiyor. Ancak eşitsizliklerin artmakta olması bütün bunların altını oyuyor. Bunun için çözüm yaklaşımlarını bir ya da birkaç kritere göre daraltmak yerine çoklu kriterlere başvurmak gerekiyor.

Bunu yapabilmek için de çoklu katkılara, tek bir kesime değil, kesimler arası (isterseniz buna sınıfar arası da diyebilirsiniz) aktörlere dayanmak gerekiyor. Tıpkı sadece iktisada, sosyolojiye, politik bilime, psikolojiye, antropolojiye, biyolojiye, iklim bilime değil, disiplinler arası yaklaşımlara ihtiyaç olduğu gibi. Birlikte aramak, birlikte yapmak, işbirliği, diyalog, mutabakata bu kadar vurgu yapmamız da bütün bu nedenlerden kaynaklanıyor.

Dördüncü sorunumuz Kürt sorunudur. En ağır sorunumuzdur, en acı verici sorunumuzdur ve çözümün gerekli ve yeterli şartları konusunda söylenecek şey çok az ve çok somuttur. Birincisi, bu mutlaka barışçı ve demokratik bir çözüm olmalıdır ve ikincisi, ancak tarafların birlikte geliştirebileceği ve iki tarafın da (tam bir gönül rahatlığıyla olmasa bile) benimseyebileceği, taşıyabileceği bir çözüm olmalıdır. 

Bugün sadece Kürt sorununda değil, diğer bütün temel sorunlarımızda da baş sorumlu, asıl suçlu vb. gibi belirlemeler yapmanın, tarafların geçmişte yaptıklarını sayıp dökmenin, yargılama ve mahkûm etmelere gitmenin, hesap sormaya çalışmanın bizi götüreceği iyi bir yer yoktur. Eski yanlışların, kabahatların, suçların, hatta kırımların bir daha tekrar etmemesini sağlamak  için intikamcı yaklaşımlara değil, birlikte ileriye bakabilmeyi öğrenmeye ihtiyacımız var.

Kim ne derse desin, yeni bir Türkiye’nin ilk günü, ancak geçmişin bütün dosyalarının kapanmasıyla başlayabilir! Yeni bir başlangıç için genel bir sevinç ve coşkuyu çok ihtiyacımız var. Kimbilir, belki de kötülükleri nezaketle öldürmenin mümkün olduğunu bütün dünyaya gösterebiliriz.

***

Son sorun öbeğimiz, yukarıdaki yaklaşımın niçin yaşamsal bir ihtiyaç olduğunu daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir.

İçinde yaşadığımız çağı İNSAN ÇAĞI–ANDROPOSEN–olarak adlandırmak giderek geniş kabul görüyor. Bu, insan etkinliğinin, hem canlı-cansız tüm doğanın ve jeolojinin evrimini hem de insan türünün evrimini doğrudan etkilediği yepyeni bir çağ.

Bu etkileme ikili bir şekilde gelişiyor. Bir taraftan canlı yaşamın ekosistemlerinin dengeleri bozuluyor, iklim değişikliği konusunda endişe verici işaretler hızla artıyor ve türlerin yığınsal yok oluşu gibi olgular gündeme geliyor. Diğer taraftan insan beynini ve duyularını yapay eklemelerle güçlendirme imkânları doğuyor. Büyük tehdit ve fırsatlar birlikte gelişiyor.

Bu koşullarda doğal ile doğal olmayan arasındaki sınırlar bulanıklaşıyor, doğayla ilişkimiz geri döndürülemez bir şekilde değişiyor. İnsan olmak şimdi ne demek? Doğal olan şimdi ne? Doğa hâlâ doğal mı? Bu gibi sorular gündemimize geliyor.

Bu durumda soru, “Bu çağı insana ve doğaya zarar vermeyecek şekilde nasıl etkilemeliyiz” sorusu oluyor. Bu bize hem Türkiye düzeyinde hem gezegen çapında yeni sorumluluklar getiriyor.

Androposen çağın insan türünün varoluş koşullarını ortadan kaldırabilecek olmasının sorumlusunun kim ya da kimler olduğunu saptamak bizi fazla bir yere götürmüyor, insanlığın ve doğanın bu darboğazdan çıkışının ancak tüm güçlerin, tüm kesimlerin, tüm ülke ve kuruluşların ortak çabasıyla mümkün olabileceğini görmek belirleyici oluyor.

***

Muhalefet güçleri saflarında giderek artan bir araya gelme, demokrasi mücadelesinde birlikte tutum alma çabalarının gelişip güçlenmesi için tarafların bu 4 + 1 temel sorunun çözüm yolları üzerinde anlaşmaya çalışmasını beklemek elbette doğru olmayacaktır. Önemli olan başlamaktır. Ancak başta da dendiği gibi bu sorun öbeklerinin çevresinden dolanmak mümkün değildir, çözüme kavuşturulmazlarsa er geç ensemize yapışırlar.

Unutmamalıyız ki: ne tehditler kendiliğinden yok oluyor ne de fırsatlar kendiliğinden değerlenebiliyor. Tarihin hep gösterdiği gibi her şey, insanın mücadele ve çabasıyla, doğru politik tercihlerle yararlı sonuçlar verebiliyor. Toplumsal ilerleme doğal değil, insan icadı bir gelişmedir ve ancak yapılarak, uğrunda mücadele edilerek, tekrar tekrar inşa edilerek elde edilebilir.