Sabah kafamda kentsel dönüşümler, pandemi yalnızlığı ve ruhum mülteci mırıldandım kendi kendime, yarı uykulu ağzımdan çıkan ilk kelime güvendi. Yazının başlığının iddialı olmasının sebebi de… Aşka güven, dosta güven, aileye güven, kendine güven, ülkene güven ve yaşama güven ne çok ve muhakkak güven… Sosyalizmle tanışmam üniversite yıllarımda üniversitede gerçekleştirdiğimiz yemek boykotu ve birkaç öğrenci eylemlilikleriyle sınırlıydı fakat içimdeki gençlik ateşiyle epey coşkuluydum. O duygu yoğunluğuyla gittim Muş iline; ilk görev yerimdi öğretmen olarak atandığım. Kendi isteğimle yazıp gitmiştim. Ve heyecanlanıyordum biran önce öğrencilerime kavuşmak için; içim kıpır kıpırdı. Hayallerim ve ideallerim güzeldi elbette. Yakın arkadaşımın da ataması aynı il merkezine olmuştu tesadüfen. Kendimi şanslı hissediyordum. Yaklaşık 1 gün süren otobüs yolculuğumuz sonucu babam ve yakın arkadaşımla beraber boyum kadar karın içinde bir Mart ayında gittiğim Muş şehrini Haziran ayında dönerken tanıyamadığımı düşünürsek kış mevsiminin epey sert ve çetin geçtiğini anlamam çok zor olmamıştı kirpiklerim evden 5 dakika uzaklıktaki bakkala gidinceye kadar donarken. Bir keresinde ev arkadaşım o kadar çok üşümüştü ki, ısrarla çalan evimiz ziline bakınca dehşete kapılmıştım; mosmor olmuş buz kesen ellerini gördüğüm vakit arkadaşımın. Biz bu kadar üşüyüp donarken okulumdaki bir çok çocuğun ayakkabısı bile yoktu, üstünde doğru dürüst paltosu bile; merkez okul olmasına rağmen yoktu ve ilk günüm okulda tabiki ‘’Sevgi pıtırcığı gibi ‘’ merhaba merhaba diye herkese elimi uzatıp kendimi tanıtmakla geçti. Elini uzatmayan öğretmenlerin sayısında epey artış olduğunu gözlemlediğim ve şaşırdığım bir vakit kulağıma usulca ‘’Şafi onlar’’ diyen öğretmeni hatırlıyorum ki ‘’Şafiliği’’ ilk kez orada öğrenmiştim ve ardından sınıfa girmemle birlikte hiçbir öğrencinin Türkçe bilmemesi ve artan şaşkınlığım, diğer sınıfta iki kişinin Türkçe biliyor olmasıyla da biraz rahatlamış hissettirmişti kendimi. Hiçbir oryantasyon eğitiminden geçmeden atandınız ve burada görev yapın hadi bakalım diyerek ne kültürel yapısını ne dilini bilmediğin şehirde hem yaşa, hem de öğret deniliyordu. Pastoral değil; gerçekti her şey. Çünkü ne espriyi, ne acıyı ne de dili anlayabiliyordum. Oysaki ‘’ acının rengi ortaktır’’ ama dil bilmediğinde hissettiğin duygu koca bir boşluktu. Kendimi ifade edemediğim için mutsuz, yapayalnız ve çaresiz hissediyordum. Üstelikte başka bir ülkede değildim. Fakat dil öğrenmem gerekiyordu aksi en evrensel dil olan ‘’ Müzik dersi dahi yeterince tanıdık değildi.’’ İlk önce kültürü öğrenmeliydim ve bildiğim yerden türkülerden koyuldum yola. Zor bir serüvendi benim için. Ana dilinde eğitimin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu anlamam o tarihlere denk geliyor. Ana dilinde konuşmak, okumak, şarkılar söylemek, haykırmak, ağıtlar yakmak… Aksi kör, karanlık, sağır, dilsiz, derinliksiz, dipsiz bir kuyu gibi… Yaşadıklarımı düşünürken birden Morokvasic’in (1984) ‘’göçmen kuşlar aynı zamanda kadındır’’ başlıklı çığır açan çalışması geldi aklıma ve kendi göçmen yüreğim birden zorla yerinden edilmiş, zorunlu göç etmek durumunda kalmış , o güne kadar kurmuş olduğu tüm somut ilişkilerini geride bırakıp yeni,sancılı ve alabildiğine zorlu bir yolculuktaki göçmen kuşlar, kadınları düşündürdü bana. Göçmen kuşlar kadınları düşünürken; Suriye’den savaş nedeniyle İstanbul’a göç etmek zorunda kalan niceleri gibi 8 yıldır İstanbul Bağcılar’da yaşama tutunmaya çalışan 11 nüfuslu bir evin yükünü taşıyan Fehime Ose geldi aklıma. Savaş mağduriyeti ve yaşam mücadelesinin yanında iki yıl önce 17 yaşındaki kızlarının kaçırılması da ayrı bir dert olmuş hayatlarına. 9 kız,1 erkek çocuk annesi Fehime, kızlarının bulunması için başvurdukları bir çok yer olduğunu ama maalesef hiçbir sonuç alamadığını, kızlarının sonrasında kendilerini aradığını ama kızlarını kaçıran kişilerin telefonu elinden alıp kapattıklarını ve bir daha da kendisinden haber alamadıklarını belirtti. Ev kirasını ödeyemediklerini, eşinin de iş bulamadığını, normalde 3 kızının tekstil atölyesinde çalıştığını fakat pandemi yasakları sürecinde 4 ay boyunca hiç kimsenin çalışamadığını, elektrik borçlarının biriktiği, salgının başlamasıyla beraber yüklerinin daha da arttığını söyledi. 1200TL olan iki aylık kiralarını ödeyemediklerini, tekstilde çalışan çocuklarının aldığı maaş 1600 TL ve evlerinde 11 nüfusun olduğunu, Corona virüsünden önce Kızılay’dan aldıkları aylık 1400TL yardımı da artık alamadıklarını belirtti. Savaş mağduru, Suriyeli mülteci kadınların kaderi neredeyse aynı. Yurdunu terk etmek zorunda kalan çok sayıda Suriyeli kadın, kendi evinde huzur içinde yaşarken, bugün yabancısı olduğu yerlerde evsiz ve yurtsuz yaşamak zorunda, çoğu mültecinin kaldığı evler ya bodrum yada eski binaların giriş katları oluyor. Çoğu kentte bazı ev sahipleri mültecilere evini kiraya vermiyor. Rutubetli evlerde kalmak zorunda kalan mülteciler, salgın sürecinde hijyen ihtiyaçlarının bile karşılanmadığını söylüyor. Dil bilmedikleri için kendilerini ifade edemiyorlar, okula giden çocuklarının eğitim durumlarıyla yeterince ilgilenemiyorlar. Bulundukları yerde iyi eğitim alan mülteciler de bu sömürüden nasibini almakta. Bağcılar’da ailesiyle birlikte yaşayan Ezidi Kürt kadını Dijle İlyas(28) savaşın getirdiği çaresizliği yaşıyor iki çocuğuyla nice göç maduru kadınlar gibi. İki çocuğuyla yaşamlarını tek başına sürdüremediği için kendisi gibi mülteci durumda 11 nüfuslu olan ailesiyle birlikte kalıyor. Dijle, bir tekstil firmasında temizlikçi olarak haftada 5 gün çalışıyor 2 bin TL maaş alıyor bu parayla 9 ve 8 yaşlarında olan Nejdet ve Abdullah adındaki çocuklarını okutup kalanıyla da ailesine destek oluyor. Suriye’deki iç savaştan önce Halep’te yaşayan Dijle, önce memleketi Afrin’e dönüş yapıyor sonrasında İstanbul’a göç etmek zorunda kalıyor. Afrin’den ayrılmak zorunda kaldıkları eşi ve iki çocuğuyla siyah elbiseli, sakallı kişilerce Azez’de yolları kesiliyor. Dijle, burada bir hafta işkence gördükten sonra, çocuklarıyla birlikte Afrin’e geri gönderiliyor, eşi ise silahlı kişilerin elinde kalıyor. O günden sonra Dijle İlyas eşinden bir daha haber alamıyor ve 7 yıldır eşinin yollarını gözlüyor. O kadar çok böylesi hazin zorunlu göç hikayeleri var ki…
Göçün kadınlaşması nedir? Günümüzde göçmenlerin %52’sini erkekler, %48’sini kadınlar oluşturmaktadır. Kadınların göçmen olarak sayısal artışları, neredeyse erkeklerle aynı orana ulaşmaktadır. Ve kadınların göç sürecine bağımsız katılması, özneleşmesi ve dolayısıyla göçmen kadınların toplumsal cinsiyet, rol ve belirlenimlerinin dikkate alınması gereğine işaret etmekte olup, göçün kadınlaşması süreci bu sebeple önemlidir. Çatışmalardan, savaşlardan, yoksulluktan kaçan kadınların önlerindeki ilk seçenek yoğun emek gerektiren çalışma alanlarıdır. Pek çok göçmen kadın bakım hizmeti (çocuk bakımı, yaşlı bakımı) alanında kayıt dışı çalışmak durumunda olup en güvencesiz işlerde, toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığın çeşitli biçimlerine maruz kalırken, göçmen kadın emeği çoğunlukla vasıfsız ve daha da düşük ücretlere tabi ve bu yüzden de itaat etmeye zorunlu sayılmıştır. Göçmen kadınlar, bakım hizmetinde, hizmet sektöründe veya imalat atölyelerinde ucuz işçiler olarak ve genellikle de kayıt dışı çalıştırılmaktadırlar. Yasal güvenceden yoksunluk ve yoksulluk, kadın göçmenleri işverene bağımlı kılmakta ve bağımlılık ilişkisi, istismar ve sömürünün yeni yollarını doğurmaktadır. Göçmen kadını zapturapt altına alan bu güvencesizlik, göçmen kadının resmi kurumlardan yardım ve destek alamayacak olması ve istismarın faillerinin cezasızlık durumu ile pekişmektedir. Ailelerin geçim sıkıntıları var ve çok fazla çocuk olduğu için dışarıda çalışamıyorlar ve yaşamın dışına itiliyorlar. Eşleri de genel olarak düzenli işlerde çalışamadığı için aile içerisinde yaşanan ekonomik sıkıntı, evde kadına ve çocuklara şiddet olarak dönüyor. Mülteci kadınlar erken evlilik ve nikahsız olarak ikinci yada üçüncü eş olarak evlendiriliyorlar ve kuma olarak gittikleri evde psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalıyorlar. Eşleri genel olarak dışarı işte çalıştığından eşlerin dil öğrenmeleri daha kolaylaşırken, kadın eve mahküm hale gelmekte. Dil ve iletişim sorunları ev kiralamaktan, komşuluk ilişkilerine, sokakta, parkta, pazarda, belediyede, göç idaresinde ve diğer kurum ve kuruluşlarla ilişkilere kadar bir dizi alanda kadınların sorunlar yaşamasına ve ayrımcılıkla karşılaşmalarına yol açmaktadır.
Türkiye, baskı ve şiddettin nedenleri arasında toplumsal cinsiyet tanımıyla bir kabulden çok ,’’kişinin tehdit, işkence ve ölüm korkusu’’ gibi genel bir tanımla yabancıların durumlarını ele almakta ve koruma kapsamına dahil etmektedir. Türkiye bu konuda 2014 tarihli 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununda (YUKK) bazı düzenlemeler yapmıştır. Türkiye’ye gelen mültecilerin (ve kadınların) durumları YUKK’da ‘’Sınır dışı edilemeyecek özel ihtiyaç sahibi kişiler (Madde3,L bendi) arasında ele alınmaktadır. Sınır dışı etme kararı alınmayacaklar arasında ‘sınır dışı edileceği ülkede ölüm cezasına, işkenceye, insanlık dışı yada onur kırıcı ceza veya muameleye maruz kalacağı konusunda ciddi emare bulunanlar’’ın geri gönderme yasağı olan mülteciler kapsamında (Madde 55 ve Madde 63) değerlendirmektedir. Bu durum büyük bir eksikliktir.
Türkiye’de bulunan mülteci, sığınmacı ve geçici koruma altında olan kadınlara yönelik toplumsal cinsiyete dayalı her türlü şiddetle mücadelede başvurulabilecek temel iki uluslararası sözleşmeden bir tanesi 1979 tarihli Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi-CEDAW ve diğeri de 2011 tarihli İstanbul Sözleşmesidir. CEDAW şiddetle mücadeleyi üye devletlerin bir sorumluluğu olarak görürken, İstanbul Sözleşmesi, kadına karşı şiddetle mücadeleyi doğrudan ele alan tek sözleşmedir. Özel olarak kadınlara ve kız çocuklarına yönelik silahlı çatışma, işkence ve diğer şiddet türleriyle mücadele konusundaki süreçleri ve yaptırımları belirlemektedir. İstanbul Sözleşmesi’nde konu ‘Göç ve İltica’ başlıklı özel bir bölümde yer almakta ve üye ülkelere mevzuat değişikliğini zorunlu hale getirmektedir. İstanbul Sözleşmesi’nin kamuoyunda az tartışılan ve dolayısıyla yeterince bilinmeyen düzenlemelerinden birisi de Sözleşme’nin 60’ıncı maddesinde belirtilen ve’kadının sadece kadın olması sebebiyle maruz kaldığı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet veya zulümden (persecution) kaynaklanan, bir başka ülkeye sığınma hakkı’ tanımasıdır. Yine mülteci kadınlarla, iltica talebinde bulunan kadınlara yönelik şiddetle mücadele toplumsal cinsiyete duyarlı bir şekilde yürütülmesi gereği belirtilmektedir. Toplumsal cinsiyet temelli şiddet fiilerine maruz kalmış göçmen kadınlara bağımsız ikamet statüsünün tanınması ve kadınlara yönelik toplumsal cinsiyet temelli şiddeti bir zulüm çeşidi olarak görmesi ve iltica nedenlerinden sayılması öngörülmektedir. Ayrıca İstanbul Sözleşmesinin 61.Maddesi kapsamında ‘geri göndermeme ilkesi’ şiddet mağduru kadınlar için de uygulanması gereğine işaret etmektedir. Devlet iltica talebinde bulunan veya sığınan şiddet mağduru bir kadını ‘’yaşamının veya özgürlüğünün tehlikede olduğu herhangi bir ülkeye geri göndermemeli veya iade etmemelidir’’ ilkesi İstanbul Sözleşmesinin gereklilikleri arasında yer almaktadır. Buradaki temel vurgu’’ kadının sadece kadın olması sebebiyle maruz kaldığı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet’’ ifadesinin 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesinde ve 1967 Protokolünde yer almamasıdır. Bu eksiklik BMMYK tarafından ve farklı uluslararası sözleşmelerle kadınlar açısından öneminin vurgulanması bakımından 2000 yılından beri sürmektedir. Ama asıl sorunun 2011 tarihli ve kabul edilme tarihi 2014 olan İstanbul Sözleşmesinde Mülteci kadınları ele alan özellikle göç ve iltica başlığı 60.Maddede yer almasına karşın,6284 sayılı yasada toplumsal cinsiyet belirlenimleri yer almamış, hane üyelerini koruma ve aile içi şiddet olarak konu düzenlenmiştir. Yine 2014 tarihli YUKK kapsamında konu düzenlenmemiştir. Aslında İstanbul Sözleşmesi bunun alt yapısını bize sunmaktadır. Şiddetin türü ne olursa olsun, toplumsal cinsiyet bağlamı İstanbul Sözleşmesinin özünde yer almaktadır ve göçmen kadınları da kapsamaktadır. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesine sahip çıkılması, toplumsal cinsiyet bağlamının 6284 sayılı yasa içeriğine dahil edilmesi ve yasanın uygulanması için daha fazla kamuoyu yaratılması gerekmektedir.
Göçmen kadınlar, ister mülteci, ister sığınmacı, isterse koruma altına alınan gruplardan olsunlar, kadınlık inşalarındaki dönüşümün ana belirleyici etkeni yerel halkla, özellikle kadınlarla artan sosyal temastır. Önümüzdeki süreçte tahakkümün her türlüsü, cinsiyetçi aşağılama, hor görülme, fiziksel ve psikolojik şiddet, taciz, tecavüz ve her türlü ayrımcılığa uğrayan, LGBTİ+ lar, doğa savunucuları, köleleştirilerek evlere hapsolmuş kadınlar, mülteci kadın arkadaşlarıyla ’ kız kardeşlik’ olgusu üzerinden kadın mücadele alanını güvenle genişletmeli, ’’İstanbul Sözleşmesi Yaşatır’’ şiarıyla da ötekileştirilen tüm kesimleri kucaklamalı ve mücadele hattını büyütmelidir.
Kaynakça
K24 Dosya-Suriyeli kadınlar:’Savaş ve mültecilik arasında yaşam mücadelesi’,21/10/2020
S.Demirel Üniversitesi Öğrt. Üyesi Prof Songül SALLANGÜL ile ‘Mektepli Gazete,’Mart 2021 Bülteni Röportajı
https://www.evrensel.net,’Mülteci kadınlar cinsel şiddete maruz kalıyor,kurumlara güvenmediği için başvurmuyor’, 11 Ocak 2021