Adnan GENÇ

Adnan GENÇ

adnanfehmi@gmail.com

Yaşlanmak, yalnızlaşmak olmamalı… (yaşlılık-4)

Algıda seçicilik denir, biliyorsunuz. Sizi doğrudan ilgilendiren; merakınızın ve seçiciliğinizin odaklayacağınız konu, nesne ve olguları en önce siz algılar ve ona göre tutum alabilirsiniz. Biliyorsunuz, psikoloji bilimi ile ilgili bir terim.

Dikkatli okurlarımız (eski yazarlar niyeyse hep böyle der), yaşlılık üzerine 3 yazı yazdığım hatırlayabilir; hem kavramsal olarak hem de pratikte yaşayabileceğimiz sorunlar ve temelde ruh hallerimiz üzerine metinler kaleme almıştım. Devam edeyim de azıcık daha hüzünlenelim…

Bu 4. yazıyı başlamadan önce birkaç kez Sezen Aksu’nun; adını bilemediğim ama etkileyici giriş sözleri şöyle başlayan ve temelde hayli hüzünlü ezgisini dinliyordum: Begonvil boy vermiştir şimdi / Yasemen basmıştır Bodrum’u, / Kokusu geldi rüzgârın, /  İskelede öptü boynumu… Yazıyı yazarken de benim için hayli özgün ve gene hüzünlü bir öyküsü olan; Mesud Cemil bestesi, sözlerini koca şair Nâzım Hikmet’in yazdığı ‘Kanatları gümüş / Yavru bir kuş’ adlı ezgiyi dinliyorum…

HAL HATIR SORMAK ÜZERİNE…

Pandemi koşulları herkesi biraz geri çekti, biraz da süngüsünü düşürdü… Sosyal medyayı geçiriyorum bir yana; ama telefon açıp da sesimi duyunca, tanı koyanlar yok mu? ‘Aa, sesin şahane geliyor’. Ses şahane ama görüntü şapa oturmuş vaziyette. Sanki haftaya Broadway’de sahne alacağım (Çakıl felan da kurtarmıyor mübarek ihtiyarı)… Arayan kurtarıyor kendini. Ama hasta ve-veya yalnız olan yaşlı insanımız; alabildiğince dipsiz bir kuyuya düşmek üzere… Hele geceleri…

Neyse, yaşlı ve kendi gölgesiyle hır çıkartan ve mızmız biri olmak istemiyorsanız, sağlığınıza çocukluktan beri dikkat edin. Yaptığınız veya yapmadığınız her şeyin ama her şeyin acısı milim milim çıkıyor. Vücut unutmuyor…

Galiba insani duygulara sahip olmaklıkla açıklamak yeterliyken; ben buna biraz da ‘Yaşlanmanın en kolay belirtisi, gözyaşı dökmek’ deyiverdim. Ama tam da bu aralar benim durumum hayli özgün. Bu duruma giriş niyetine iki minnacık ama koskocaman hayal kırıklığı yaşatan, anılarımla devam edeyim…

80 öncesi. Ankara Seyranbağları’nda bir huzurevinde yaşadığını öğrendiğimiz şair ve çevirmen Enver Gökçe’yi ziyaret edip, filme de alarak, dergimiz ‘Kültür ve Sanatta’ Tavır için röportaja gitmiştik. Küçücük odasında duvarla yatağının kenarına sürünerek ilerledi ve masanın yanındaki sandalyeye oturarak, ‘Hoş geldiniz gençler’ dedi. Hepimiz kapının dışında kalmıştık. Yer yoktu. Küçük ‘koridor’ sonunda bir pencere; önünde bir masa ve masasında daktilosu ile kitapları. Çalışıyordu usta. Bu hali bizi çok üzmüş ve yol boyu, ‘Devrime bırakılacak bir mesele değil, bunu halledemezsek zaten bir şey olmaz bizden’ deyip, İstanbul’a dönmüştük. Bir şey de olmadı zaten. Dayanışma adının geçtiği parti bile kurduk ama kimse dönüp de yaralı parmağa işemedi bile… Yazayım da, buracıkta dursun… Kendimle ilgili söylemiyorum, ben kişisel olarak hoşnut olduğum dayanışma etkinliklerinin ve ilgisinin odağında oldum…

Sonra aradan 40 yıl kadar geçti ve TGC’nin gazetecilik başarılı ödüllerinin önjürisi olarak çalışmış olduğumuz; meslek büyüğümüz ve tarihçi Orhan Koloğlu’yla da bir röportaj yapmaya gitmiştim, Darıca’daki Cemiyet huzurevine… 9 aydı 7 kitap da orada yapmıştı Orhan ağabey. 60 kitabın üzerine… Halinden hoşnuttu ve kendi karar almıştı orada olmak için…

Gelelim zurnanın zırt dediği yere. Aylardır arıyordum ama hayli tatsız ve çok büyük bir sürpriz kararla; yattığım hastaneden bir bakımevine geçmek zorunda kaldım. Bir buçuk günde mülteci olmak, kimsenin algılayabileceği bir şey değilmiş. Bizim anlamalarımız empatik değil politikmiş… Bir koli ilaç ve iki çanta dolu tamamı uyduruk tişört ve eşofman altıyla odama yerleştim. Boğaz köprüsünü görüyorum çok yakından.. Çengelköy sırtlarındayım. Bakımım tamam; pansumanlarım oluyor; yemeğim geliyor, çamaşırlarım yıkanıyor. Ben de oturup yazıyorum.

Yaşlılığın üretken halini kaleme aldım. Afiyet olsun yaşdaşlarım…