Ömer TULGAN

Ömer TULGAN

translate@tulgan.com

İklim felaketi ve kapitalizm

Önce bir kez daha özetleyelim:

Kapitalizmin temelini oluşturan vahşi rekabet koşulunda, her sermaye ya sürekli büyümek, ya da rakipleri tarafından yok edilmek zorundadır. Bu büyü ya da yok ol yasasının zorunlu sonucu, küresel ölçüde sınırsız büyüme çabası olmuştur. Sürekli büyümeye endekslenmiş bir üretim modeli ve onun zorunlu türevi olan aşırı tüketim toplumu, insanlığı üretim-tüketim robotlarına, doğayı tüketim malları deposu ve devasa çöp yığınına indirgemiştir.

Ama gezegenimizin havası, suyu, toprağı, sunduğu doğal olanakları sınırsız değildir. Sınırsız büyüme çabasının bu sınırlara gelip dayanması ve kendini değişik ölümcül sorunlarla dışa vuran, çok yanlı bir yapısal ekolojik krize yol açması kaçınılmazdı. Bugün bu sorunlardan birinin, atmosferik ısınma ve iklim değişikliği sorununun, tüm canlı doğanın varlığını tehdit eden, ertelenemez ve geri dönüşsüz bir felakete dönüşmekte oluşunu yaşıyoruz.

Şimdi soralım:

Kapitalizm küresel ölçüde aşılmadan, 2030’lu yıllara kadar, iklim felaketini önlemek mümkün müdür?

Şayet “mümkün değil” diyorsak...? ? ?

Ya “mümkündür” diyorsak?

Birincisi:

Mümkünse, nasıl? Kapitalin kendi yarattığı ölümcül felaketi önleyebilecek mali ve örgütsel olanaklar, yine kapitalin ve kapital egemenliğindeki devletlerin elindedir. Ama insanlığın da, tüm canlı doğanın da, varlık yokluk sorunu, Marx’ın işaret ettiği gibi yüzde üç yüz kârı gördü mü darağacını bile göze alan kapitalin ilgi alanında değildir. Onun için felaketi önlemek ancak yeterince kâr getirecekse ilginçtir...

Şanslıyız ki, kapital yeni bir kâr kapısı keşfetti: Sera gazının en önemli kaynağını oluşturan fosil yakıtların yerine, sera gazı üretmeyen “yenilenebilir enerji”. Bilim insanlarının zekâsı ve emeğinin ürünleri, güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi, yeşil hidrojen ve başkaları, çok uluslu şirketler için olağanüstü kârlı yatırım alanları demek: Yüksek maliyetli araştırma‑geliştirme faaliyetleri. Yeni alanda reel üretimin yapılandırılıp gerçekleştirilmesi. Bu amaçla (iklim felaketi tehdidi altında paniğe kapılıp felce uğramış dünya kamu oyunun da “rızasıyla”) emekçilerin vergilerinden milyarlık ihaleler ve sübvansiyonlar. Fosil yakıtlardan kurtulup yeni enerjiye geçiş için, bunun küresel ölçülerde örgütlenmesi için toplanan devletler arası konferanslar, yapılan anlaşmalar, mutabakatlar.

Reel başarı olasılığı var mı bu yolun? Bir örneğini geçmişte yaşadık: Atmosferin alt tabakalarını dışardan kuşatan, tüm canlılar için vazgeçilmez olan ozon tabakası 1980’li yıllarda delinmiş, buna endüstride üretilen CFC birleşimlerinin yol açtığı anlaşılmıştı. Bir kesim sermayenin direncine karşın, CFC üretimi yasaklandı. Çok uluslu şirketlere milyarlık kârlar sağlayan araştırma-geliştirme faaliyetleri, CFC’siz çalışan yeni tüketim araçları, radikal yöntem değişimleri gerçekleştirildi. Nihayet 2000 yılında ozon deliği kapandı. Dünya, kapital tarafından getirildiği uçurumun kenarından, kapitalin kârlı yardımı ile döndü. Bu deneyim, hem iyimser olmamızın büsbütün imkansız olmadığını gösteriyor, hem de kapitalizmde ekolojik bir sorunun sınırlı çözümünün “nasılı” için minyatür bir örnek veriyor.

İkincisi:

1970’li yıllardan bu yana, çevre sorunlarına çare arayan devletler arası konferanslar gelenek haline geldi. Bu konferanslarda hep umut dolu programlar geliştirildi, hedefler belirlendi, sözleşmeler yapıldı... Ve (ozon deliği sorunu dışında) her seferinde, bir sonraki konferans, bu sözleşmelere uyulamadığını, bu hedeflere varılamadığını saptamak zorunda kaldı.

Bu “iyi niyetli ama çaresiz” gidişatta bir ayrıntı göze çarpıyor: Hiç bir konferans, hiç bir sözleşme, genellikle ekolojik sorunların, özellikle son iklim feleketinin başlıca nedeni olan sınır tanımaz büyüme çabasını ve onun zorunlu türevi olan aşırı tüketim modelini eleştirmedi, gündem maddesi, tartışma konusu yapmadı. Varılan tüm uzlaşmaları yaralayan, belirlenen hedefleri engelleyen başlıca etken de, kapitalizmin hegemonyasının topluma benimsettiği, aşırı tüketim modelini savunmak oldu.

Üçüncüsü:

Umalım ki kapitalizm koşullarına rağmen, her nasıl olacaksa, sera gazı emisyon fazlasını sıfırlayıp ısınmanın o geri dönüşsüz 1,5 dereceyi aşmasını önlemek, geç kalınmadan mümkün olsun: Vahşi rekebetin “büyü ya da yok ol” yasasının geçerli olduğu, “sürdürülebilir” büyümenin yoluna devam ettiği bir dünyada, yapısal ekolojik krizin kendini yeni ölümcül felaketlerle dışa vurması kaçınılmaz olacaktır. Örneğin daha şimdiden kapıda bekleyen ciddi bir tehlike var: Eko-sistemin çimentosu, kan dolaşımı olan arı türlerinin zehirli tarım ilaçlarının etkesiyle yok olması. Kanaatimce canlılar dünyası için iklim felaketi tehlikesinden aşağı kalmayan ölümcül bir tehlike...

Peki: Ne yapmalı?

Kapitalin en gerici bir kesimi, yenilenebilir enerjinin küresel boyutlarda yaygınlaştırılmasını, kendi kârına aykırı buluyor. O, kapitalin yenilenebilir enerjiden yana yaptığı kârlı seçimi bağlamındaki konferanslarını, sözleşmelerini, mutabakatlarını engellemeye çalışıyor. Bunu bir yandan Trump tipi açık sabotaj girişimlari ile, bir yandan da, örneğin doğal gaz gibi, karbon bazında enerji projeleri ile yapıyor. Sürdürülebilir büyümeye karşı sürdürülebilir bir yaşamı savunanlar, ölümcül bir felaket eşiğindeki bir dünyada buna seyirci kalamaz, tarafsız olamazlar.

Aynı zamanda uluslararası deneyim gösteriyor ki, çoğu kez sözleşmelerin hedefine erişememesine yol açan başlıca etken, kendini salt teknolojik önlemlerle sınırlaması, ama aşırı tüketim sorununu gündemine almaması oluyor. Ateş bacayı sarmışken iklim felaketi karşısında umut olarak görülen Paris Anlaşması ile Avrupa Yeşil Mutabakatı da bu hastalıktan muzdaripler: Çok boyutlu yapısal ekolojik kriz yalnızca iklim felaketi tehlikesine, iklim felaketine karşı mücadele de esasta yenilenebilir enerji üretimine indirgeniyor; yapısal ekolojik krizin kaynağı olan sınırsız büyüme çabası ise “modern refah toplumu” ve “sürdürülebilir kalkınma” illüzyonu arkasında gizleniyor.

Sürüdülebilir yaşamı savunanlar, yenilenebilir enerjinin yanında yer alırken, aynı zamanda ekolojik krizin çok boyutlu yapısal karakterini ve buna vahşi rekabetin ve sınırsız büyüme çabasının yol açtığını görmek ve göstermekten geri durmamalılar. Yaşamın sürdürülebilirliği için mücadele, içinde bulunduğumuz koşullarda her şeyden önce kapitalizmin hegemonyasına karşı insanları yeni bir yaşam kültürüne kazanma uğraşı, bir kültür mücadelesi olacaktır.