Ömer TULGAN

Ömer TULGAN

translate@tulgan.com

Kaos ile Yaşamın Savaşı

Doğa bilimleri, çeşit çeşit „hareket“ türlerinin varlığını gösteriyor. Bir var ki, canlıların canını oluşturan fiziksel-kimyasal-biolojik hareketler sistemi: En yüksek düzeyde bir uyum ve örgütlülük örneği. Bir var ki, elektrik akımında akıp giden elektronlar gibi, ya da yere düşen bir bardağın yan yana yer alan atomlarındaki gibi, aynı yönde, birbirine eşit, paralel hareketler demeti. Ve bir de var ki, havadaki atomların ısı titreşimleri gibi, çılgıncasına yönsüz, düzensiz bir hareketler yumağı...

Bilim tüm bu değişik hareket türleri için ortak, sayılarla ifade edilebilen bir ölçüt bulmuş: „enerji“ diyor buna. Doğadaki hareketin bu farklı biçimleri birbirine dönüşebiliyor, dönüşebiliyor değil, yasal bir zorunlulukla biteviye dönüşüyor. Ama bilim, tüm bu dönüşümlerde toplam enerjinin değişmediğini, hep aynı kaldığını gösteriyor bize: Evrende enerji ne yok olabiliyor, ne de yoktan varolabiliyor. İlk bakışta bu, kendi içinde dönüşüp duran, ama genel çizgileri hep aynı kalan bir evren tablosu çizermiş gibi görünüyor. Ama hiç de öyle değil…

Kaos

Hareket biçimleri sürekli birbirine dönüşüyor, evet. Ama bu dönüşümler her yönde aynı kapsamda olmuyor: Tüm bu dönüşümlerde genel olarak uyumlu, örgütlü haraket biçimlerinden daha az örgütlü, daha uyumsuz hareketlere doğru bir gidiş egemen. Hareketin sayısal ölçütü olarak nasıl „enerji“ tanımlanmışsa, hareketin uyumsuzluğunun, örgütsüzlüğünün, „kaosun“ bilimsel ölçütü olarak da „entropi“ kavramı tanımlanmış. En örgütsüz ve uyumsuz bir hareket türünü, ısı enerjisini konu edinen „termodinamik“ bilimi, „kendi içine kapalı, dışardan etki almayan bir sistemdeki hareket biçimleri birbirine dönüşürken, toplam entropi azalmaz, genellikle artar” diyor:

Hani o yere düşen bardak vardı ya, şimdi o, yere çarpıp kırıldı mı, atomlarının paralel uyumlu hareketinin yerini, dört bir yana fırlayan parçaların kaotik hareki alır, uyumsuzluk, entropi yükselir. Peki ya bunun tersi, kırık bardağın yere düşen parçalarının yerde birbirini bulup bardağın bütünleşmesi olanaklı mı? Varlıktaki uyum düzeyi artmaz, azalır. Doğa, çarpışıp parçalanan, git gide daha fazla kaosa dönüşen varlıklarla dolu…

Pek karamsar bir tablo mu? Peki ya bir zamanlar uçsuz bucaksız, dev bir kızgın hidrojen bulutu olduğu sanılan evrende, bugün varolan yıdızlar, gezegenler nasıl oluşmuş? Bir zamanlar su buharı, metan ve azot bulutlarıyla örtülü kızgın bir kaya parçasından ibaret olan dünyamızda, yaşam denilen bu yüksek örgütlülük düzeyi nasıl doğmuş? Dahası, atomların, moleküllerin ısı titreşimlerini değil, en yüksek örgütlülük düzeyindeki insanı ve toplumu konu edinen „diyalektiğin“ yasaları, varlıkta gittikçe örgütsüzden daha örgütlüye, uyumsuzdan daha uyumluya yönelen bir gelişme yönü olduğuna işaret ediyor! Bir çelişki mi tüm bunlar?

Yaşam adacığı

Bardak örneğimize dönersek: Kırık bardağın yere düşen parçalarının yerde tesadüfen buluşup bardağın bütünleşmesinin olanaksızlığı „mutlak” mı? Bir insanın üst üste dört kez zar atıp her seferinde düşeş (6 - 6) getirmesinin olasılığı pek küçüktür – yaklaşık milyonda bir gibi gibi bişey (Tam olarak söylersek: 1.678.616’da bir). Ama aynı anda 10 milyon kişi zar atacak olsa, bunlar arasından en az birinin üst üste dört kez düşeş atması ihtimali, hesaplarsak, neredeyse yüzde yüze yakındır (Tam söylersek: yüzde 99,74).

Evren öylesine uçsuz bucaksız ki… Şu koca evrende atomların düzensiz hareketlerinin tesadüfen yan yana düşüp uyumlu kareket demetleri, hatta yüksek örgütlü hareket sistemleri yaratması olayının pek çok kez gerçekleşmiş olduğuna yüzde yüze yakın bir kesinlikle bakabiliriz. Doğada kaosun azalmayıp sürekli artması, varlığın hareket türlerinin genel bir eğilimini gösteren, doğru bir yasallık, ama mutlak değil. Kural olarak örgütsüzlük, kaos, daha fazla örgütsüzlük ve kaos yaratıyor. Ama istisna olarak o, uyum, örgütlülük, sistemlilik de üretebiliyor!

Bu istisnalar, herhalde çoğunlukla evrenin o uçsuz bucaksız kaos okyanusunda eriyip yok oluyorlardır. Ama kaosun bu kendisine ters düşen çocukları arasında bir örgütlü hareket demeti var ki, yepyeni bir nitelik taşıyor: Yaşam! Canlılar! Bunlar salt kendi geçici varlıklarını bir süre sürdürmekle kalmıyor, içinde yüzdükleri kaos okyanusundan çekip aldıkları malzeme ile kendi benzerlerini, kopyalarını yaratıyorlar! Kaosa inat, kendi kendini bir üst düzeyde yeniden üreten bir canlılar dünyası, yaşam adacığı oluşuyor.

Bir yandan genişliyor yaşam adacığı. Sayıca çoğalıyor canlılar, giderek daha geniş bir cansız dünyaya can veriyorlar. Öte yandan bu yeni ortamda, o sözünü ettiğimiz diyalektik yasasına uygun olarak, evrim süreçleri gelişiyor. Daha yüksek örgütlülük biçimleri doğuyor. İnsan doğuyor. Medeniyet, kültür doğuyor. İnsan, canlı ve cansız çevresini kendine tabi kılıyor.

Yaşamsal tehlike

Genel kural değişmiyor, yaşam adacığımızın genişlemesi ve yükselmesi, çevresindeki „entropiyi“ yükseltme, kaos okyanusunu derinleştirme pahasına oluyor. Üstelik kaosun sürekli büyümesi yasası yaşam adacığının kendi içinde de geçerliliğini yitirmiyor – her canlı varlık kaos eğilimini, uyumu, örgütlülüğü tahrip etme, yok etme eğilimini kendi içinde de taşıyor: Yaşam adacığının kendini yeniden üretmesi, yalnız içinde yüzdüğü kaos okyanusundan, cansız doğadan alınan malzeme ile olmuyor; bitkiler bir ölçüde hariç, her canlı, varlığını sürdürmek için başka canlıları tüketmek zorunda. Üstelik evrim sürecinin de, insanın bilim ve teknik yardımıyla doğayı kendine tabi kılmasının da motoru, bu yaşam savaşı.

Bizans döneminden zamanımıza kadar Kostantinopolis’in - İstanbul’un kimi kendini beğenmiş, kibirli sakinleri taşradan gelenlere „Buradan başka Kostantinopolis/İstanbul yok!“ diye caka satarlarmış… „Buradan başka yaşam adası yok“ mu? Var mı? Bilemiyoruz. Ama ister tek, ister pek çoklarından biri olsun, bu evimizi, evrenin – varoluşun bu nadir meyvasını geliştirmek ve gerek dışımızdaki kaos okyanusuna, gerekse kendi benliğimiz içindeki kaosa karşı korumaktan, biz insanlar sorumluyuz.

Bilim ve tekniğin alabildiğine geliştirdiği araçlar, bunun için en elverişli olanakları sağlıyor. Ama bu olanakları kullanmada o kadar acemiyiz ki, bunlar beceriksiz ellerimizde yaşam adacığını korumak bir yana, doğada gittikçe daha hızlı ve daha derin tahribata yol açıyor. İçimizdeki kaos gittikçe hakim oluyor. Ekolojik döngülerde, toprakta, suda, havada, canlıların nesnel yaşam alanlarında derin yaralar açılıyor.

Yaşam adacığımız, varoluş savaşında inatçı ve güçlü: Geçmişte, bağrında açılan yaraları, belki çoğu kez uzun süreler içinde de olsa, onarabildi. Ama hızla gelişen teknik, yaşam adacığımızı kaosa karşı korumak bir yana, beceriksiz ellerimizde gittikçe daha hızlı ve daha derin tahribata yol açıyor:

Doğanın kendini yenilemeye, yaralarını onarmaya yetişemeyeceği, kritik bir noktaya yaklaşıyoruz.

Bizler, hayat adacığının bilinçle, anlayışla, sezgiyle, sevgiyle, sorumlulukla donanmış ürünleri, doğayı, yaşamı kaosa karşı – kendimize karşı koruyabilecek miyiz? Bu kadar fizik, termodinamik, felsefi „derinliklerin“ ardından, son sözü Kazdağları Su ve Vicdan Nöbeti'nde „Derdimi anlatacak kadar gitar öğrendim“ diyen bir çevrecinin basit bir melodi eşliğinde söylediği doğaçlama parçasına bırakayım:

Her şeyin öncesinde, basiti anlamamız gerekiyor, karmaşayı değil.

Basit birşey… İklim krizi, çevre kirliliği, ilk yapacağımız şey:

Çöp atma! Çöp atma! Çöp atma! Yere çöp atma!