Anlaşılan o ki, Korona virüsünün insan türü arasında yayılma macerası, Çin'de, Wuhan kentinde, bir yabani hayvan pazarında başlamış. Bundan 18 yıl önce benzer bir pandemiye yol açan, Korona'nın ikiz kardeşi Sars virüsü de, Çin'de, Guandong'da, yine bir yabani hayvan pazarında insanlara geçmişti.
Yabani hayvan pazarının, hayvan severlerin evlerinde beslemek için egzotik hayvanlar satın aldıkları bir yer olmadığını, artık belki (ben de dahil) pek çoğumuz öğrendik, yine de bir kez daha belirteyim: Buralarda ya hemen oracıkta, ya da daha taze olsun diye evde öldürülüp yenmek üzere, nadir kara ve su hayvanları ve kuş türleri satılır. İrili ufaklı, dar paslı kafesler içinde: timsah yavrusu, bambu faresi, porsuk, misk kedisi, pangolin gibi hayvanlar pazarlanır. İşte bunlardan misk kedisi üzerinden Sars virüsü ile, pangolin (pullu karıncayiyen) üzerinden de bu bizim Korona ile tanıştık.
Başka hayvanları avlayarak yaşayan aslan, timsah, kartal gibi "yırtıcı" hayvanların yemek listesi genellikle çok dardır: Yaşam koşulları, bu "canavarlara", çevrelerinden tanıdıkları az sayıda belli mahlukattan başkasını yeme fırsatını pek vermez. Her türlü yaratığı (özellikle de soyu tükenen nadir türleri) yeme "iştahı" ise, tüm doğayı kendisine sunulmuş bir tüketim deposu gibi görüp bundan "gurur" duyan, hatta "romantik" bir zevk alan bizim türümüze mahsus olsa gerek.
Erdoğan'ın İstanbul'a belediye başkanı olduğu yıllardaydı. Anadolu yakasında, Beylerbeyi camiinin yanıbaşında ve vapur iskelesinin bitişiğinde, küçük bir kahve-lokanta, hemen oracıkta avlanıp taze taze rakıya meze olarak sunulan istavrit ve uskumrularıyla uluslararası bir üne kavuşmuş, hem ülke dışından, hem de yerli turistler için bir çekim merkezi olmuştu. Yeni Belediye başkanının ilk hizmeti, camilerin çevresinde yüz metre yarı çapında bir daire içindeki lokantalarda alkollü içki satışını yasaklamak oldu; Beylerbeyi İskele Lokantası da kapatıldı.
Ben o sırada, başka meslekdaşlarla birlikte, (o zamanın Batı-) Berlin Belediyesi Halk Okulları'nda Türkiyeli gençlere, Türkiye üniversiteleri giriş sınavlarına hazırlık kursları veriyordum. Ders aralarından birinde bir öğrencim Beylerbeyi İskele Lokantısı'nın durumunu anlatıp fikrimi sordu. Ben, "Rakı yasağı başlı başına bir skandal. Ama balığın canlı canlı pazarlanıp oracıkta öldürülüp rakıya meze yapılmasını hiç sevmedim" dedim. Öğrencilerim kızdılar ama, vejeteryan olduğumu bildiklerinden hoş gördüler!
Epeyi sonra, rahmetli ilk eşimle birlikte İstanbul'da izin yaptığım haftalarda, bir arkadaşım bizi, galiba İstinye koyu yakınlarındaydı, balık pazarı içinde bir balık lokantasına götürdü. (Ben salata ile yetiniyordum, eşim çipura ısmarlamıştı.) Açık havada, pırıl pırıl, tertemiz, düzenli masalar ve bunları çepeçevre kuşatan tablalar ve tezgâhlarda çırpına çırpına can çekişen, irili ufaklı, türlü türlü, renk renk balıklar… İnsanlar gidip tablalardan birinden canlı bir balık seçiyor, hayvan onun gözleri önunde kafasına bir çekiçle vurularak öldürülüyor, sonra ızgarada pişirilip rakıya meze oluyordu. Yanlış hatırlamıyorsam nefis bir caz müziğinin de eşliğinde, gözlerimiz önünde çıpına çırpına can çekişen hayvanların ortasında, romantik bir atmosfer içindeydi insanlar. Bu kez çenemi tuttum, kendimi mezbahada gibi hissettiğimi söylemedim.
Doğayı uçsuz bucaksız bir yabani hayvan pazarı olarak algılayan başka bir yırtıcı mahluk daha gelmiş midir acaba dünyaya? Şayet gelmişse, her halde Sars gibi, Korona gibi salgın hastalıklara hedef olup türü tükenmiş olsa gerek...