Cevdet POLAT

Cevdet POLAT

ficekci2017@gmail.com

Son turna göçü

Pencereden giren ışık odayı ikiye bölmüştü. Tepede asılı duran lamba, güneş ışığının ulaşamadığı yerleri aydınlatmak için sürekli açıktı. Yer yer ipleri sökülmüş bir elektrik kablosunun ucuna bağlanmış paslı bir duya takılı bir ampuldü hepi topu. Biraz fazla baktığınızda gözlerinizde izi beliren bir ampul. Odanın içi beyaz kireç ile gelişigüzel boyanmış, kapı yanlarındaki sıvalar yer yer düşmüştü. Odanın kapısı da giriş kapısı gibi demirdendi. Cam kısmı bir perde ile kapatılmış parlak bu kahverengi kapı direk oturma odasına açılıyor. Odanın içini açık olan televizyon sesi dolduruyordu. Çocuklar televizyonun karşısında yere bağdaş kurmuşlar. Küçük renkli pencereden gördükleri dünya, yaşadıkları dünyadan çok daha güzel olduğundan yüzlerinde yer yer kahkaha dönen gülücükler oluşuyordu. Televizyona bu kadar yakın oturmalarının sebebi üç adımlık bir mesafede yaşanan dünyaya koşarak geçme umudu mudur bilmiyorum.

Odanın içinde ağır bir ilaç ve matem kokusu var. Pencerenin hemen yanındaki kanepeye açılmış bir yatakta halsiz, avurtları çökmüş bir adam, adamın başucunda bir cihaz ve cihaza hortumla bağlı bir maske var. Kaçamak gözlerle adama bakıyorum. Dicle geliyor aklıma. Usul usul akarken birdenbire deliren Dicle. Bervan da Dicle gibi yatıyor. Bir bakıyorsunuz sessiz sedasız huzur içinde, bir bakıyorsun dar geçitlerde kayalar denk gelen Dicle gibi göğüs kafesi yerinden fırlayacakmış gibi çırpınıyor. Ağır ve tok bir öksürük bütün sesleri bastırıyor. Avucunun içinde tuttuğu ve kim bilir kaç defa kullandığı bir mendille ağzını ve burnunu siliyor.

Bervan toparlanmaya çalışıyor. Eliyle yorganının dağılan yerlerini toplamaya çalışırken bile halsiz ve soluksuz kalıyor. O bana bakamıyor ama ben gözümü ondan alamıyorum. Kim bilir kaç günden beri taramamıştı sarı kıvırcık saçlarını. Yüzüne çöken umutsuzluğun esiri olmuş gibiydi. Gülmüyor, belki de gülemiyordu. Başını sürekli yere eğiyordu. Sanki başını kaldırsa deli dolu bir yağmur başlayacaktı. Gençti, henüz 35 dememişti kimliğinde yazan tarihler. Diyarbakırlı’ydı... Arkadaşımdı... İstanbul’a geldiğimde tanıştığım ilk insanlardan biriydi. Aynı caddeleri gezdik, aynı sahilde içtik, aynı düşleri kurduk, aynı kaderin çocuklarıydık ki o da ben de doğdukları yerde doyamayandık. “Bir umut” deyip gelmiştik koca kente. Bervan’ın deyimi ile adam gibi bir iş bulamayınca herhangi bir işin “adam”ı olmuştuk.

Bervan, bir kot taşlama ustası. Daha doğrusu ustasıydı. Arka mahallelerde yüksek katlı binaların bodrum katlarına gizlenmiş, rutubetli, ruhsatsız ve kaçak işletilen bir yerde ağır şartlarda ağzına kapattığı bir bez parçasına güvenerek kot taşladı. Demir bir iskeletin üzerine takılan kot pantolonlarına bir hortum ile kum fırlattı. Ve her kot beyazlaşmasına karşı daha bir karardı ciğerleri.

Kıvırcık sarı saçlı adam, başını kaldırmadan kısa kısa konuşuyordu. Yüzünün kanı çekilmiş yanakları çökmüştü. Nefes alırken her an ölecekmiş gibi bir kaygı taşıyordunuz. Sesi çok uzaklardan geliyor gibiydi.

“Eğil’i bilir misin abi?”

“Yok bilmem. Diyarbakır’ı bilirim ama sizin oralara gidemedim.”

“Eğil, peygamberler mekânı. Nereye gitseniz bir evliya rastlarsınız. Muhterem kişilermiş ki herkes dua edip medet umardı. Ben de çok dua ettim. Sağlık diledim, aş diledim gel gör ki yüzlerce peygambere yetmiş Eğil bir garip Bervan’a dar geldi. Akrabalarım vardı İstanbul’da, 'Gel.' dediler. 'Sen de tutarsın bir işin ucundan. Milyonlarca insana kucak açan şehir, sana mı açmayacak?”' dediler. Çakı gibi gençtim. Taşı sıksam suyunu çıkarırdım. Korku nedir bilmem, çok şükür imanım da tam; ”Kaderde ne yazılmışsa “ deyip düştüm yollara. Birkaç ay boş gezdim ama sonunda bu işi buldum. İşim gücüm oldu diye çok sevinip evlendim… Çoluk çocuğa karıştım. Çok çalıştım, sabahtan gece yarılarına kadar elimde bir hortum, kot taşladım. Eve ekmek geliyor, kiram ödeniyor çocuklarım aç kalmıyor diye dişimi sıktım. İşyerim kaçaktı. İşyerim kaçak olunca biz de kaçakmışız. Sigortasız çalıştım yıllarca. İşimden kovulurum diye sesimi çıkaramadım. Gün geçtikçe göğsüme bir ağırlık çöküyor, nefes almakta zorlanıyordum. En sonunda doktor ‘Slikozis olmuşsun’ dedi. Ne olduğunu bilmiyordum. Sık sık doktora gidince patron da işten çıkardı. Bir daha iş bulur muyum diye düşünürken yaşayıp yaşamayacağımın bile belli olmadığını öğrendim.”

Odanın ortasında yan yana oturan çocuklarına baktı. Bir çiğ damlası tutunduğu yapraktan koparak düştü Bervan’ın yanağına. Başını yukarı çevirip pencereden gökyüzüne baktı.

 “Turnalar dedi. Bak gidiyorlar. Belli ki güz gelmiş.” dedi. İstemsiz gök yüzüne baktım.

 “Evet güz geldi... Turnalar gider artık.” dedim verdiğim cevabın ruhsuzluğu beni bile rahatsız ederek.

Elimdeki çayın soğuduğunu hissettim. Televizyonun önünde sanki bir başka coğrafyada yaşayan ve kahkahaları odayı dolduran çocuklara baktım. Bervan da baktı. Doğrulmak istedi, gücü yetmedi. Karısı koşup arkasına yastığı sıkıştırdı. Çok az hareket etmesi bile yormuştu onu. Kısa kısa ve peş peşe soluklandı. Elini kirli sakallı yüzüne koyup cevabı zor soruyu sordu.

“Şimdi kim sahip çıkacak bunlara? Onların gözlerine bakamıyorum, gülüşlerine alışır gözlerim diye korkuyorum… Kızım daha küçük, ayağıma bacağıma sarılıyor. İstiyor ki onunla oynayayım, koşayım, öksürmeden, boğulmadan kahkahalar atayım. Ama bir kırlangıç kadar güçsüz yüreğim, koşsam hastalık öldürecek, dursam yüreğim… Bilseydim hiç gelmezdim buralara… Beni Diyarbakır’a götürün dedim karıma… Çok özledim oraları. Burada yatağımdan ve betonlaşmış, yabancılaşmış evleri görmekten yoruldum… Onun bunun eline bakmak, ilaçlarımı bile el yardımıyla almak ağırıma gidiyor.”

Daha fazla konuşamadı. Gizlice yere baktım. Ağlıyordu… Küçülmüş omuzları körük gibi inip kalkıyordu. Karısı, sırtından tuttu, yatağına uzandı.

Pencereden dışarı baktım. Yüksek binaların heybetinden geçilmeyen bu kentte bir bodrum katı düşmüştü Bervan’ın payına. Dünya kadar umutla geldiği ve dünyalara sahip olma umudu bir solunum cihazına sahip olma gerçeği ile son bulmuştu.

“Kolay değil tam sekiz yıl çalıştım o bodrumlarda. Sekiz yıl sadece ve sadece patronum kazandı. Şimdi kuzularımın benden sonra ne yapacaklarını bilmiyorum. Sigortam olsaydı dert etmezdim. Yaşadım öldüm, alın yazısı der susardım. Benim asıl kıyametim bunların kimsesizliği, çaresizliği.”

Dışarıda yüzünü kışa dönmüş bir hava vardı. Burhaneddin kafasını pencereye doğru çevirip gökyüzüne baktı. Gökyüzünde bir şeyi takip eder gibi baktı uzun uzun. Sonra belli belirsiz konuştu.

“Şimdi Turnaların peşlerine takılıp gitmek için neler vermezdim. Oysa benim şu makine olmadan üç nefesi üst üste almam bile imkânsız. Karım söylemiyor ama ben biliyorum ki bir daha ki turna göçünü ben göremem. Onlar da bahar olup çiğdem çiçek açınca gelecek ve beni bulamayacaklar."

Susmanın çığlıkları çarpıyordu odanın duvarlarına. Kimse kimseyi teselli etmek gibi bir işe de girişmedi. Hep beraber sustuk.

Kapıdan eşi uğurladı beni. Telefonumu bırakırken belki lazım olur dedim hiç lazım olmamasını dileyerek.

Otobüsten indiğimde öğle ezanı okunuyordu. Bir dolmuşa atlayıp elimdeki adrese gittim.

Diyarbakır sıcaktı. Güneş yakıyordu. Musalla taşında az insanın çok helalliği ile kaldırdık Bervan’ın bir çocuk kadar hafif tabutunu.

Bervan’ın gülüşüne alışmak istemediği yavruları yetimliğe alışmak için uzun uzun baktılar babalarının tabutunun gidişine.