Bütün dünyanın gözlerinin önünde ve bir sinema seyri duyarsızlığında yaşandı Bosna savaşı. Eli silah tutan son Bosnalı kalıncaya kadar sessizce bekledi medeni Avrupa ve uygar dünya. Bosna savaşının yaşandığı, o kan kokan günlerde öğrendik ki, kadınlar savaşların karalama defteriymiş. Evet, onlardır en değerli varlıklarını kaybeden.,. Fidan gibi cansız bedenlere sarılamamanın ve bir tahta sanduka üzerinde evladının kokusunu aramanın derin çukurlarına düşen onlardır.
Saray Bosna’nın arka sokaklarında bir evin kapısı bir gece kırılarak açılır. Saat gecenin hayırsız saatidir. İçeride dokuz yaşında bir kız çocuğu ve annesi vardır. Anne, kızına gelecek güzel günlerin ve ölüm doğurmayacak sabahları ve bu sabahları getirmek için direnen babasının hikâyelerini anlatırken yatak odalarının kapısı açılır. İçeri giren üç kişiden ikisi yağma yaparken, arsız suratlı, yarma tipli biri kadına doğru yönelir. Anne sadece kısa bir feryat edebilme imkânı bulabilmiştir. Kadının üstünde kuduz bir köpek gibi didişen adam, kadına gücü yetmeyeceğini anlayınca annesinin kolundan titreyerek tutan kız çocuğuna yönelir ve kadına dönüp kirli dişlerini göstererek tehdit eder “Direnirsen, sana yapamadığımızı buna yaparız.” derler. Anne dokuz yaşındaki yavrusuna bakıp direnmekten vazgeçiyor.
Saray Bosnalı bu anne savaşların tek kurbanı değil. Bosna savaşında yüzlerce genç kadın karınlarındaki plansız bebekleri ile intihar ettiler. İçlerine düştükleri derin çıkmazların acil çıkış kapılarının adıdır intiharlar.
İnsanlığı savaş meydanlarında pazarlayan egemen güçlerin suratına tükürmek ve kendi çocuklarını savaş meydanlarına sürenlere inat, ötekini çocuğu ölmesin diye tankların karşısına dikilmektir anne olmak.
Dünya coğrafyası üzerinde en fazla evlat yitiren annelerin yurdundayız. Adı konmamış savaşlara, adını kulağına dualar ile fısıldanan evlatları kurban verdik. İstediğiniz kadar süslü cümlelerle süsleyin, istediğiniz nutukları atın tabutların başında bilin ki i annelerin yüreğine işlemez sizin ruhsuz yalanlarınız.
İster adları Buenos Aires’teki Mayıs Meydanı’nda (Plaza de Mayo) toplanan “Perşembe Anneleri” olsun, ister Galatasaray’da her cumartesi günü suratlarına tekmeler yiyerek bıkmadan usanmadan toplanan “Cumartesi Anneleri” olsun, ister Diyarbakır’da bir parti binası önünde “Evlat nöbeti” tutan anneler deyin isterse hiçbir evlat ölmesin diye çırpınan ve adlarını başlarına taktıkları beyaz tülbentten alan “Barış Anneleri” olsun. Adına ne derseniz deyin. Siyasi yelpazenin neresinde durursanız durun, bu annelere ister kahraman deyin ister vatan haini, ister birer kahraman gibi destek verin, ister bir suçlu gibi postallarınızın altında ezin ama bilin ki hepsinin yüreği evlat mezarlığı. Hepsi yatağa korlaşmış bir yürekle girip, sabaha büyük acıların ellerine uyanıyorlar. Erklerin birbirine düşman etmeye çabaladığı bu annelerin yürek acıları kardeş ve her yürek acısı bu erklerin memesinden emdiği sütlerle besleniyor.
Bu pazar, anneler gözleri kapılarda olacak. Bekledikleri janjanlı kâğıtlara sarılı kocaman hediyeler olmayacak. Ya da televizyonlarda reklamı dönüp duran mutfak eşyaları da değil. Hiç boşuna yorulmasın beyzadeler. Bilin ki attığınız dini motifli ve karşılığı olmayan süslü cümlelerin annelerin yüreklerinde bir karşılığı yok. Onların bekledikleri, odanın içine yayılan evlatlarının kokusu ve oğlunun, kızının akşam eve mutlu dönmesi...
Bu pazar anneler günü...
Çanakkale savaşında cepheye gönderdiği evladının, gitmeden annesinden istediği kuru fasulyeyi her akşam, ama her akşam pişirip gözü kapıda bekleyen Anadolu kadının ölürken yanındakilere, “Oğlum hasan gelirse annen seni çok bekledi.” dersiniz deyip yine gözünü kapıdan içeri son giren adama çevirip ölmesinin anlamlaştığı bir gündür.
Hadi bu pazar, yani hiç olmazsa bu pazar özür dileyelim annelerden. Bir kez olsun suçu üstümüze alalım. Sustuğumuz için, korktuğumuz için ve kör baktığımız için özür dileyelim. Hiç olmazsa yarın…
Hadi bu pazar çalın kapısını annenizin ve elini öpün ve uzatın kafanızı annenizin yüzüne doğru ki doya doya koklasın sizi.
Bir anne başka ne ister ki yaşamdan.