Veyis SARIOĞUZ

Veyis SARIOĞUZ

vsarioguz@yahoo.com

CERVANTES VE DON QUİJOTE

Don Quijote denince akla, kahramanın yel değirmenlerine saldırması gibi birkaç komik ve basit öyküden ibaret, ince bir kitap gelir. Oysa ki Don Quijote’un aslı yaklaşık 900 sayfalık, iki  cilt halinde yayımlanmış bir eserdir.

Cervantes’in oldukça üst düzeyde bir bilgeliği vardır. Tarih, Coğrafya, Edebiyat, Mitoloji ve Tevrat’tan döneminde mevcut olan bütün bilgilere sahip olmuş. Tolstoy kadar hayat ve topluma ilişkin bilgi ve görüş sahibi. Bir İnebahtı Savaşı’nı, lise tarih kitaplarından daha ayrıntılı anlatıyor. Döneminin Homeros’u gibidir.

Örneğin, Bodrum’daki Mausolos mezarını bilir:

“Julius Caesar'ın külleri, Roma'da, bugün San Pietro İğnesi adı verilen, devâsâ bir taş piramide kondu; İmparator Hadrianus un mezarı, bugün Roma'daki Sant'Angelo Kalesi olan, Moles Hadriani adını verdikleri, iri bir köy büyüklüğünde bir kaledir; Kraliçe Artemisia'nın, kocası Mausolos'un anısına yaptırdığı mezar, dünyanın yedi harikasından biridir.”

Tek yanlı yargılar içermekle birlikte, Arapların, Türklerin, müslümanların yaşamları hakkında bilgi sahibidir. Örneğin Türklerde isim takma adetini pek güzel anlatır:

“Sonuçta, donanma Konstantinopolis'e muzaffer döndü ve birkaç ay sonra, sahibim Uluç Ali öldü. Kendisine Kel Uluç Ali derlerdi, kel dönme anlamında; gerçekten de keldi. Türkler'de, sahip oldukları kusur veya meziyetlere göre isim takmak âdettir. Çünkü onlarda Osmanlı hanedanından gelen sadece dört soyadı vardır; diğerleri, dediğim gibi bedensel kusurlarına veya ruhsal meziyetlerine göre isimlendirilirler.”

Magripli kadınların örtünme adetlerini de anlatır:

“Magripli kadınlar, kocalarının veya babalarının emri olmadan, hiçbir Magripli veya Türk erkeğine görünmezler. Esir Hıristiyan erkekleriyle ise, konuşup görüşürler, hattâ yersiz denecek derecede.

Daha önce söylediğim gibi, Magripli kadınlar kendilerini Hıristiyan'lara göstermekten kesinlikle utanmayıp saklanmadıklarından, babasıyla benim olduğumuz yere doğru gelmeye çekinmedi.”

Müslümanların hıristiyanlığı ahlaksızlık olarak görmesini Cervantes’in satır aralarında görürüz. Süreyya, bir hıristiyanla kaçarken babasının haberi olur, Süreyya’nın kaçmasını sağlayacak hıristiyanlar mecburen babasını da bağlayıp kaçırdıktan sonra emin bir yere geldiklerinde babayı serbest bırakırlar. Baba, kızı hakkında sitemlerini dile getirir:

“Süreyya’nın babasına sıra geldiğinde, artık tamamen kendinde olarak dedi ki: 'Hıristiyanlar, beni serbest bırakmanıza bu kötü kadın niye seviniyor sanıyorsunuz? Bana acıdığı için mi? Hayır, kesinlikle değil; kötü niyetlerini gerçekleştirmeye kalktığında, benim varlığım onu engelleyeceği için. Din değiştirmesinin sebebini de, sizin dininizin bizimkinden üstün olduğunu anlaması sanmayın; sebebi, sizin ülkenizde, ahlâksızlığın, bizimkine göre daha serbest olduğunu bilmesidir.”

Günümüzde bile birçok müslümanın hıristiyanlara bakışı aynıdır.

Yazar, göçmenliğin, sürgünlüğün acılarını da bilir:

“Ricote Morisco dilini hiç karıştırmadan, düzgün bir İspanyolca'yla şu sözleri söyledi: Sevgili komşum ve arkadaşım Sancho Panza, Majestelerinin, benim ırkımdan olanlara karşı çıkardığı sürgün emrinin hepimize nasıl korku ve dehşet saldığını gayet iyi biliyorsun.

Nerede olursak olalım, İspanya için gözyaşı döküyoruz; nihayet İspanya'da doğduk, bizim vatanımız burası. Başımıza gelen felâkete yakışır bir karşılamayı hiçbir yerde bulamıyoruz; istekle karşılanıp ağırlanacağımızı, ikram göreceğimizi sandığımız Berberistan'da ve Afrika'nın her yerinde ise, en fazla hakarete uğruyor, en kötü muameleyi görüyoruz. Sahip olduğumuz mutluluğun kıymetini, ancak kaybedince anladık; hemen hepimizin İspanya'ya dönme arzusu o kadar büyük ki, benim gibi lisanını bilenlerin çoğu (ki bunların sayısı da çok kabarık), memlekete dönüp karılarını, çocuklarını, oralarda tek başlarına bırakıyorlar; Ispanya'yı bu kadar seviyoruz çünkü. Vatan aşkı hiçbir şeye benzemez derlerdi; bunun anlamını şimdi çok iyi anlıyorum, tecrübeyle biliyorum.”

Burada sözü geçen Moriskolar, 1500'lerde Endülüs tamamen yok edildikten sonra Müslümanların ve Yahudilerin İber Yarımadası'ndan sürülmesi üzerine vatanları İspanya ve Portekiz'den ayrılmamak için Hristiyanlığa dönen Müslümanlardır. Daha sonraları bu unvan, Katolik olarak bilinen fakat gizlice Müslümanlığı yaşamaya devam ettiğinden şüphelenilenlere karşı kötüleyici bir anlamda kullanılmaya başlanmıştır. 1609-1614 süresince şüphelenilen bütün Moriskolar İberya'dan sürgün edilmiştir.

Cervantes, Jules Verne kadar da hayal gücü sahibidir. Kitapta uydurma bir öykü olarak geçen uçan tahta atın alnındaki küçük takozla idare edilebilir olması döneminin çok ilerisinde bir hayal gücüdür:

“Malambruno bana, bizi kurtaracak olan 250 şövalyeyi talih karşıma çıkardığında, kendisine kiralık atlardan çok daha üstün, çok daha iyi huylu bir at göndereceğini söyledi; yiğit Pierre güzel Magalona yı kaçırdığında bindikleri tahta atın ta kendisini. Bu at, alnındaki gem vazifesi gören küçük bir takozla idare edilir; havada öyle bir hızla uçar ki, gören, şeytanlar götürüyor zanneder. O atı Bilge Merlin'in yaptığı söylenir; yaptığı atı, arkadaşı Pierre'e ödünç vermiş; o da atla müthiş yolculuklar yapmış; daha önce de dediğim gibi güzel Magalona'yı kaçırıp terkisinde havada uçurarak götürmüş; yerden onları seyreden herkesin ağzı açık kalmış. Merlin atı sadece sevdiği kişilere veya karşılığında çok büyük bir bedel ödeyenlere ödünç veriyormuş; bilindiği kadarıyla, yiğit Pierre'den sonra, bugüne kadar bir başkası da binmemiş bu ata. Malambruno, ilmi sayesinde atı ele geçirdi; zaman zaman, dünyanın çeşitli yerlerine yaptığı yolculuklarda kullanıyor. Bugün burada, yarın Fransa'da, ertesi gün Potosi'de. İşin ilginç tarafı, bu at ne yer, ne uyur, ne de nal eskitir; kanatları olmadığı halde, havada öyle rahvan koşar ki, sırtında taşıdığı kişinin elinde bir bardak su olsa, tek damlası dökülmez; öyle sarsmadan, kayarak yol alır. Bu yüzden de güzel Magalona ona binmeyi çok severmiş.”

"Söyledim ya," dedi Kontes Trifaldi; "alnındaki küçük takozla; ata binen şövalye, takozu değişik yönlere çevirerek istediği gibi yol alıyor; ister havadan, ister neredeyse yere sürtünerek, ister ortadan - ki iyi düşünülmüş bütün harekâtlarda istenen, olması gereken, budur."

Yanlış tanımlanmış da olsa, atmosferin katmanları olduğu bilgisine sahiptir:

“Don Quijote rüzgârı hissedince dedi ki: "Dolunun, karın oluştuğu havanın ikinci kuşağına gelmiş olmalıyız muhakkak Sancho; gökgürültüsü, şimşek ve yıldırım ise, üçüncü kuşakta oluşur. Bu hızla yükselmeye devam edersek, çok geçmeden ateş kuşağına varacağız; fazla yükselip yanmayalım diye bu takozu ne tarafa çevirmem gerektiğini bilemiyorum."”

Gökyüzünden dünya küçücük görünmesi, evrende insan çok küçük olması, yine Cervantes’in bilgi seviyesini göstermektedir:

“Sancho dükün karşısında eğilip dedi ki: "Gökyüzünden aşağı indikten sonra, o yüksekliklerden dünyaya bakıp da küçücük gördüğümden beri, içimdeki vali olma hevesi biraz azaldı; neden derseniz: Bir hardal tohumunda vali olmanın büyüklük neresinde? Göründüğü kadarıyla bir avuç fındık büyüklüğünde insanı yönetmenin itibar, şeref neresinde? Zat-ı âliniz lütfedip de bana gökyüzünün küçücük bir parçasını verseniz, yarım fersahtan fazla olmasa bile, dünyanın en büyük ceziresine tercih ederdim."”

Her ne kadar Sancho Panza, Don Quijote’nin renkli ve romantik kişiliği yanında basit ve sönük bir kişilik olarak görünse de, yazar birçok yerde gerçekçiliğin ifadesini onun ağzından dile getirmektedir.

İşte Sancho’nun özgürlük tarifi:

“zat-ı âlinize şunu söyleyebilirim ki, yiyecek bol olduktan sonra, ben ayakta, tek başıma yesem de, bir imparatorun yanında oturmuş kadar iyi, hattâ daha iyi yiyebilirim. Hattâ doğruyu söylemek gerekirse, kendi köşemde, merasimsiz, iltifatsız yediğim şey, ekmekle soğan bile olsa, ağır ağır çiğnemek, az içmek, sık sık temizlenmek, hapşırık tutsa hapşırmamak, öksürük tutsa öksürmemek mecburiyetinde olduğum, yalnızlık ve özgürlüğün beraberinde getirdiği başka şeyleri yapamadığım sofralarda yediğim hindiden çok daha lezzetli gelir bana.”

Sonraki yüzyıllardaki ve hatta günümüzdeki birçok tiplemeye muhtemelen bu kitap kaynaklık etmiştir. Karagöz ve Hacivat’ta, Franco and Ciccio’da (Yavru ile Katip), Laurel and Hardy’de Don Quixote ve Sancho Panza ikilisinin izleri vardır. Hatta Keloğlan ve Kemal Sunal tiplemelerinde de birçok yönden Sancho Panza ile paralellikleri görülebilir. Değişik filmlerde gördüğümüz, deli kaymakam tiplemelerinin kaynağını, Sancho’nun sanal valiliğini andırmaktadır.

Kitapta Don Quijote ve Sancho Panza’nın maceralarının içine ustaca yerleştirilmiş birçok başka öyküler de var. Bu öykülerden birinde, herkesin aşık olduğu güzel Marcela, aşkı yüzünden ölen Grisöstomo’nun mezarı başında, kendisini taş yüreklilikle suçlayanlara karşı verdiği uzun söylevde kadınların da sevme ya da reddetme hakkı olduğunu pek güzel anlatır. O söylevden bazı kesitler:

“Bana gösterdiğiniz sevgiye karşılık olarak da, diyorsunuz ki, hattâ istiyorsunuz ki, ben de sizi sevmek zorunda olayım. Tanrı'nın bana verdiği anlayış gücüyle, güzel olan her şeyin sevilebileceğini biliyorum; ama güzel olduğu için sevilenin, kendisini seveni, sevildiği için sevmek zorunda olmasını anlayamıyorum.”

“Üstelik, güzeli seven çirkin de olabilir; çirkin olan da sevilmemeye lâyık olduğuna göre, 'Güzel olduğun için seni seviyorum; çirkin olduğum halde senin de beni sevmen lâzım,' demesi, çok saçma olur. Ama güzellikler eşit olsa bile, sırf bu yüzden isteklerin de eşit olması gerekmez; her güzellik âşık etmez;”

“Madem öyle, ki ben böyle olduğunu düşünüyorum, niye benim, sırf sevdiğinizi söylüyorsunuz diye, zorla sevmemi istiyorsunuz?”

“Söyleyin, Tanrı beni güzel değil de çirkin yaratmış olsaydı, beni sevmiyorsunuz diye size sitem etmeye hakkım olur muydu?”

“Dürüstlük, bedeni ve ruhu en çok süsleyen, güzelleştiren meziyetlerden biriyse, güzel olduğu için sevilen kişi, sırf kendi zevki uğruna var gücüyle bu meziyetini kaybettirmeye uğraşan kişinin isteğine boyun eğerek, niçin bu meziyetini kaybetsin?”

“Tanrı bugüne dek benim alınyazımla sevmemi istemedi; seçerek sevmemi düşünmek ise sözkonusu değil.”

“Grisöstomo'yu sabırsızlığı ve cüretkâr arzusu öldürdüyse, neden benim dürüst tutumum ve namusum suçlansın? Ben iffetimi ağaçların dostluğuyla koruyorsam, erkeklerle dost olmamı isteyenler neden onu kaybetmemi istiyor?”

Marcela’nın bu söylevi, Nazım hikmet’in Tahir ile Zühre şiirini çağrıştırmaktadır:

Don Quijote, deli olduğu kadar derin bilgi sahibi, vizyonu olan birisidir. Sancho Panza sözde ada valisi olduğunda ona yazdığı iki uzun mektupta nasıl vali olması gerektiğini çok güzel anlatır. O iki mektuptan kesitler:

“Kendilerini uyanık zanneden cahillerin pek rağbet ettiği gelişigüzel yargıya asla itibar etme. Yoksulların gözyaşları sende zenginlerin delillerinden daha fazla merhamet uyandırsın, ama adaletini etkilemesin. Zenginlerin vaat ve armağanlarının arasından, yoksulların da hıçkırıklarıyla ısrarlarının arasından gerçeği görmeye çalış.”

“Hakkaniyete yer varsa, yasanın bütün şiddetini suçluya bindirme; çünkü sert yargıç şöhreti de yufka yürekli yargıç şöhreti kadar kötüdür. Eğer kararında birini kayıracak olursan, armağanın değil, merhametin etkisi ağır bassın.”

“Bir düşmanının taraf olduğu bir dâvada karar verme durumunda kalırsan, zihnini kendi dâvandan uzaklaştır, önündeki dâvanın gerçeklerine yönelt. Başkasının dâvasında kendi duyguların gözünü köreltmesin”

“Güzel bir kadın adaletine başvurursa, gözünü onun gözyaşlarından ayır, inlemelerine kulak verme; istediği şeyi enine boyuna tart ki mantığın onun gözyaşlarında, namusun onun hıçkırıklarında boğulmasın.”

“Fiilen cezalandırmak zorunda olduğun kişiyi ayrıca sözle cezalandırma; çünkü zavallıya cezanın acısı yeter, bir de kötü sözlerinkini eklemek gereksizdir. Hakkında hüküm vermek durumunda olduğun suçluyu zavallı bir adam olarak gör”

“Asla dağınık, derbeder giyinme Sancho; özensiz kıyafet, gevşek bir kişiliğin göstergesidir; hatta Julius Caesar örneğinde olduğu gibi, özensizlik ve derbederlik, sinsilik olarak da yorumlanabilir. Görevinin değerini akıllıca tart ve hizmetkârlarına üniforma vermene imkân tanıyorsa, gösterişli, şatafatlı üniformalar değil, mazbut, kullanışlı üniformalar ver.”

“unutma ki özentinin her türlüsü kötüdür.”

“Uyku konusunda ölçülü ol; güneşle birlikte uyanmayan insan, günden yararlanamaz. Ey Sancho, unutma ki, çalışkanlık iyi talih doğurur; onun tersi tembellikle ise, bugüne dek bir tek hayırlı iş başarıyla tamamlanmamıştır.”

“Asla soy tartışmasına, özellikle de kıyaslamasına girişme; çünkü soyları kıyaslamaya kalkıştın mı, mecburen karşılaştırılan soylardan biri ötekinden iyi çıkacaktır; alçak bulduğun senden nefret edecek, yüksek bulduğun da hiçbir şekilde ödüllendirmeyecektir.”

“Kıyafetin uzun pantolon, uzun ceket ve ondan biraz daha uzun bir yarım pelerin olsun; katiyen şalvar giyme; şalvar ne şövalyelere yakışır, ne de valilere.”

“Önemli bir mevkide bulunan kişinin süslenmesi, alçakgönüllü tabiatının meylettiği ölçüye değil, mevkiinin gerektirdiği ölçüye uymalıdır. İyi giyin; unutma ki süslenmiş sopa, sopaya benzemez. Sana mücevherler takıp tören üniformaları giymeni, yargıçken asker gibi giyinmeni söylemiyorum; görevine yakışan cüppe olsun senin süsün, yeter ki temiz ve düzgün olsun.”

“Yönettiğin ahalinin sevgisini kazanmak için, yapman gereken şeylerin iki tanesi de şunlar: Birincisi, herkese karşı terbiyeli olmak; bunu zaten daha önce de söylemiştim sana. İkincisi de, besinin bol olmasını sağlamak; çünkü yoksulların yüreğini en çok sızlatan şey, açlık ve kıtlıktır.”

“Kanunların haricinde kendin fazla kural koyma; koyarsan da, dikkat et, yararlı olsunlar, her şeyden önemlisi de, gözetilsinler; çünkü gözetilmeyen kural yok gibidir. Üstelik, bu kuralları koyma bilgeliğini ve yetkisini gösteren senyörün, kurallara uyulmasını sağlayacak gücü gösteremediğini düşündürürler. Korkutan, fakat uygulanmayan yasalar ise, zamanla, kurbağaların kralı olan kütüğe benzer; kurbağalar başta kütükten korkmuş, zamanla aşağılayıp üzerine binmişlerdi.”

“Faziletlerin babası, kötü huyların üvey babası ol. Ne her zaman sert, ne de her zaman yumuşak ol; bu iki uç arasında bir orta yol izle; bilgeliğin sırrı budur. Hapishaneleri, mezbahaları ve pazar yerlerini ziyaret et; bu gibi yerlerde valinin varlığı büyük önem taşır; vali, bir an önce salıverilmeyi bekleyen mahkûmlar için bir teselli kaynağı, o varken tartıda hile yapmayan kasapların gözünde bir öncü, aynı sebeple, pazardaki satıcılar için de bir korkuluktur.”

Don Quijote’un çevirinin şiiri nasıl öldürdüğü üzerine görüşleri:

“Sayın Kaptan (Ariosto'nun Çılgın Orlando'sunu İspanyolca'ya çeviren kaptan Jeronimo de Urrea.) keşke onu hiç İspanya'ya getirip İspanyolca kılmasaydı, değerinden çok şey kaybettirdi. Şiir kitaplarını başka dile çevirmeye çalışan herkes de aynı şeyi yapacaktır; çünkü ne kadar büyük dikkat ve beceriyle çevrilseler de, doğdukları dilde taşıdıkları değere erişemezler.”

Don Quijote’a göre tercüme yapmak; kelimeleri, cümleleri çevirmekten ibaret değildir:

“lisanların kraliçeleri olan Yunanca ve Latince hariç, bir dilden ötekine tercüme yapmak, tıpkı Flaman duvar halılarına tersten bakmak gibidir; şekiller seçilmekle birlikte, ipliklerle dolu olduğundan, ön yüzdeki açıklık ve parlaklık görülemez. Kolay lisanlardan tercüme yapmak, deha veya ifade kabiliyeti gerektirmez; tıpkı bir kâğıttaki yazıyı bir başka kâğıda aktarmak gibi.”

Anadil en verimli dildir:

“büyük Homeros, Yunanlı olduğu için Latince yazmamıştır; Vergilius da Latin olduğu için Yunanca yazmamıştır. Yani, bütün eski şairler, emdikleri sütle edindikleri lisanda yazmışlar, fikirlerinin yüceliğini ifade etmek için, yabancı lisanların peşinde koşmamışlardır. Bu böyle olduğuna göre, bu geleneğin bütün milletlere yayılması, bir Alman'ın da, bir Kastilya'lının da, hatta bir Vizcaya'lının da, kendi dilinde yazıyor diye küçümsenmemesi mantıklı olur.”

Don Qıjote’nin mesleki denetim üzerine görüşleri:

“Çünkü aracılık rasgele bir meslek değildir; aklı başında kişilerin işidir ve düzenli bir devlette son derece gereklidir; bu mesleği sadece soyu temiz insanların icra etmesi doğru olurdu. Hattâ başka meslekleri olduğu gibi, bunları da denetleyenler, inceleyenler olmalıydı. Ticaret komisyoncuları gibi belirli sayıda olmaları gerekirdi. Böylece, bu mesleğin, bu işin, aptal, anlayışsız kişiler tarafından yapılmasından kaynaklanan birçok zarar da önlenirdi.”

O an gelecek küçük bir kazanım, gelecekteki büyük kazanımlara çoğunlukla tercih edilmiştir. Cervantes, bu gerçeği yakalamış:

“Kötüler her zaman nankör olduğundan, ihtiyaç insanı mecbur ettiğinden ve o an bulunan çare, geleceğe üstün tutulduğundan, ne minnet duygusuna, ne de iyi niyete sahip olan Gines, Sancho Panza'nın eşeğini çalmaya karar verdi.”

Görmenin öznelliğini de yakalamış yazar:

“Aslında böyle olduğu için değil; aramızda daima bir büyücüler güruhu olduğundan ve her şeyimizi değiştirip, canlarının istediği şekilde, bize iyilik mi, kötülük mü etmek istediklerine bağlı olarak çevirdikleri için. Böylece, sana berber leğeni gibi görünen şey, bana Mambrino'nun tolgası gibi görünüyor, başkasına da başka şey gibi görünürdü. Aslında Mambrino'nun tolgası olan şeyi herkese leğen gibi göstermek, benden yana olan bilgenin eşsiz bir ilerigörüşlülüğüydü; çünkü yoksa, bu kadar değerli bir şeyi elimden almak için herkes peşime düşecekti.”

Mutluluk gençleştirir:

“O kadar hoşumuza gider ki bin tel beyaz saçtan kurtuluruz.”

Don Quijote’nin piyasa için sanat üzerine görüşleri:

“Her ne kadar, az sayıda bilge tarafından övülmek, çok sayıda sersem tarafından alay edilmekten daha iyiyse de, genelde bu kitapları okuyan ukalâ yığınların bulanık zihinlerine kendimi sunmak istemiyorum. Ama kitabı bitirmeye bir daha girişmememin, hattâ vazgeçmemin asıl sebebi, kendi kendimle yaptığım, şu aralar temsil edilen oyunlardan çıkardığım şu tartışma oldu: 'Şu anda rağbet edilenlerin, ister uydurulmuş, ister tarihî olsunlar, hepsi, ya da çoğu, ipe sapa gelmez zırvalıklar ve başı sonu olmayan şeylerse ve bütün bunlara rağmen, yığınlar bunları zevkle dinliyor, takdir edilecek yanları olmadığı halde beğeniyor, değer veriyorsa, bunları yazan yazarlar ve temsil eden oyuncular, yığınların başka şey değil, bunu istediğini, onun için böyle olmaları gerektiğini söylüyorlarsa, hikâyeyi sanatın gerektirdiği şekilde, bir düzen içinde geliştirenler, ancak dört beş akıllı kişi tarafından anlaşılıyorsa, geri kalanların hepsi, içerdikleri sanatı anlamaktan mahrum kalıyorsa, sanatçılar da çoğunluk sayesinde ekmek parası kazanmayı, azınlığın takdirine tercih ediyorsa, ben dediğim kuralları gözetmek için canımı çıkaracağım ve kitabımın kaderi de bu olacak; dikişe para almadığı gibi, iplik masrafını da kendi yapan terzi gibi olacağım.” 

“Bunun kabahati de oyun yazarlarında değil; çünkü bazıları, yanılgılarını da, ne yapmaları gerektiğini de gayet iyi biliyorlar; ancak, oyunlar artık satılık meta olduğundan, bu türden olmayanları oyuncuların satın almayacağını söylüyorlar, doğru da söylüyorlar. Bu yüzden yazarlar, eserlerine para verecek olan oyuncunun isteğine uymak zorunda kalıyorlar.”

Bilge Don Quijote’tan aptalı oynamanın  yüksek zeka istediği üzerine görüşler:

“Benim anladığım şu, saygıdeğer Carrasco: Ne türden olursa olsun, hikâyeler, kitaplar yazabilmek için, gelişmiş bir sağduyu ve olgun bir zekâ şart. Esprili, gülünç şeyler yazmak, büyük deha işidir; tiyatroda en çok zekâ gerektiren rol, aptalın rolüdür, çünkü başkalarını saf olduğuna inandırmak isteyen kişi, kesinlikle saf olmamalıdır. Tarih âdeta kutsal bir şeydir; çünkü doğru olmak zorundadır; doğrunun olduğu yerde de Tanrı vardır; ama buna rağmen, öyleleri vardır ki, nohut çekirdek gibi kitap çırpıştırırlar."

Vücut dili, kalbin aynasıdır:

“aşklarından sözedilirken, sevdalıların yaptıkları hareketler, davranışlar, kalplerinin içinde olup biteni haber veren, son derece güvenilir habercilerdir.”

Sevgi davranışlardadır. Kadınlardan biri ‘konuşan kafa’ya şöyle sorar:

“ben kocamın beni sevip sevmediğini öğrenmek istiyorum."

Şöyle bir cevap geldi buna: "Sana nasıl davrandığına bak, anlarsın.”

Don Quijote, yetenek ve isteğe göre eğitim taraftarıdır:

“Eğer Tanrı bir çocuğa, tahsiline imkân tanıyan bir anne baba bağışlamışsa, yani talebe, pane lucrando (ekmeğini kazanmak) için okumaya mecbur olmayacak kadar talihliyse, bence, en fazla temayül gösterdiği bilimin tahsiline devam etmesine izin verilmesi gerekir.”

Cahil olunca zengin veya senyör olmak işe yaramaz:

Sanmayın ki beyefendi, burada avam derken sadece çalışan köylüleri, yoksulları kastediyorum; senyör de olsa, prens de, cahil olan herkese avam sıfatı verilebilir, verilmelidir.

Doğuştan  yetenek gereklidir, ama çalışarak geliştirilmelidir:

“Ne var ki beyefendi, tahminime göre, sizin oğlunuzun beğenmediği, konuşulan dilde şiir değil, sadece konuşulan dilde yazan, başka dil bilmeyen, tabii istidatlarını tamamlayacak, geliştirecek ve destekleyecek başka bilimleri de bilmeyen şairlerdir; kaldı ki, bunda bile yanılıyor olabilir. Çünkü şairliğin doğuştan olduğu, bilinen bir gerçektir; yani doğuştan şair olan kişi, anasının karnından şair olarak doğar. Tanrı vergisi olan istidadıyla, tahsile, sanata gerek olmadan şiirler yazar ve est deus in nobis (içimizde bir tanrı var) deyişini haklı çıkarır. Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, sanatın yardımına başvuran doğuştan şair, kendini geliştirir ve sadece sanatı bilerek şair olmak isteyen kişiden üstün olur; çünkü sanat tabiattan üstün değildir, tabiatı tamamlar. Kısacası, tabiatla sanat, sanatla tabiat birleşince, ortaya mükemmel bir şair çıkar.”

Günümüzde dahi ‘yetenek doğuştan mıdır, sonradan mı edinilir’ tartışmalarına kaç yüzyıl önce cevap vermis Cervantes.

 

Cesaret ve pervasızlık üzerine:

“Çünkü cesaretin ne olduğunu gayet iyi biliyorum; cesaret, korkaklıkla pervasızlık gibi iki kötü uç arasında yer alan bir fazilettir. Ama cesur kimsenin, pervasızlık noktasına tırmanıp değmesi, alçalıp korkaklık noktasına değmesinden daha iyidir. Nasıl ki müsrif kişinin cömert olması, cimrinin cömert olmasından daha kolaysa, pervasız kişinin gerçek cesarete ulaşması da, korkağın ulaşmasından daha kolaydır.”

“Şunu bil ki Sancho, ihtiyat temeli üzerine kurulmayan cesarete pervasızlık denir ve pervasız kişi kahramanlıklarını, cesaretinden çok, iyi talihine borçludur.”

Evrensel kural, tarafsız jüri yoktur:

“Eğer bir edebî yarışma içinse, ikincilik Ödülünü almaya çalışın; çünkü birincilik daima hatır için veya soyluluk sebebiyle verilir; ikincilik ödülü kesinlikle hakedene, üçüncülük de İkinciye verilir; bu hesaba göre, birinci aslında üçüncüdür; tıpkı üniversitede verilen dereceler gibi.”

Sancho Panza’nın “av ve avlanma” üzerine görüşleri:

Sancho: "Ben prenslerin, kralların, böyle bir zevk uğruna bu tür tehlikelere atılmasını istemezdim; bunun zevk de olmaması gerekirdi; çünkü hiçbir suç işlememiş olan bir hayvanı öldürmekten başka bir şey değil bu."

Acı veren şaka olmaz:

“acı veren şaka, şaka olmaktan çıkar; başkasına zarar veren eğlenceye eğlence denmez.”

Yine bir evrensel gerçek: Miras kederden baskındır. Don Quijote, vasiyetinde mirasını Sancho, yeğeni ve kahya kadın arasında böüştürür. Sonrasında mirastan pay alanların üzüntüleri geçiverir:

“Vasiyetname böylece tamamlandıktan sonra Don Kişot Quijote'nin üzerine bir baygınlık çöktü; boylu boyunca yatağa uzandı. Herkes telâşa kapıldı, yardımına koştu; vasiyetnamesi tamamlandıktan sonra yaşadığı üç gün içinde sık sık bayıldı. Bütün ev altüst haldeydi; ama her şeye rağmen yeğen yemek yiyor, kâhya kadın kadeh kaldırıyor, Sancho Panza seviniyordu; çünkü miras, ölenin ardında bırakması beklenen kederi, mirasçının hatırından siler veya azaltır.”