Miguel de Cervantes 1547-1616 yılları arasında yaşamış. Tarih kitaplarından daha detaylı olarak anlattığı ve kendisinin de katılıp esir düştüğü İnebahtı savaşı 1571 yılında gerçekleşmiş.
Cervantes’in anlattıklarından, döneminde İspanya’da kitap basımının çok yaygın olduğu görülüyor. Oysa aynı dönemde İstanbul’da Taküyiddin’in rasathanesi bir iddiaya göre meleklerin bacakları gözetleniyor diye 1580 yılında III. Murad’ın emriyle Kılıç Ali Paşa tarafından topa tutularak yıkılmış.
Dönemin eğitim durumu ve entelektüel yaşamın, Osmanlı’nın kat kat ilerisinde olduğu da anlaşılıyor.
Dil eğitimi, şiir üzerine kariyer, şiir yarışmaları sözkonusu olduğu aşağıdaki alıntılardan görülebiliyor:
“On sekiz yaşını bitirmek üzere; altı yıl boyunca Salamanca'da Latin ve Yunan dillerini okudu. Başka bir bilim dalına devam etmesini istediğimde, kendisini (bilim denebilirse eğer) şiir bilimine o kadar dalmış buldum ki, benim tercihim olan hukuk veya bilimlerin bilimi olan dinbilimi tahsiline girişmesi mümkün değil.”
“Bütün gününü, Homeros'un Ilyada'da şu veya bu dizeyi iyi mi, kötü mü söylediğini, şu veya bu epigramda Martialis'in dürüst olup olmadığını, Vergilius'un şu veya bu dizelerinin öyle mi, böyle mi yorumlanması gerektiğini incelemekle geçiriyor. Kısacası, tek konusu, dediğim şairlerin ve Horatius, Persius, Iuvenalis ve Tibullus'un kitapları; çağdaş dillerde yazan şairleri pek beğenmiyor. Yaşayan dillerde yazılmış şiirleri hiç sevmediği halde, bu aralar kafası sürekli, Salamanca'dan kendisine gönderdikleri dört dizeyi kullanarak bir glosa (Önceden verilmiş dizeleri her kıtanın sonunda kullanarak yazılan şiir) yazmakla meşgul; sanıyorum bir edebiyat yarışması için."
“Kuzen, mesleğinin hümanistlik, işinin ve tahsilinin, basılmak üzere kitaplar yazmak olduğunu söyledi; bu kitapların hepsi halk için çok faydalı, bir o kadar da eğlenceliydi. Bir tanesinin adı, Üniformalar Kitabı'ydı; bu kitapta, yedi yüz üç üniforma, renk, arma ve sembolleriyle tasvir edilmişti; saraylı şövalyeler, kutlama ve törenler için, bunlardan istediklerini beğenip alabilirler, kimseden dilenmelerine, arzu ve amaçlarına uygun bir şey icat etmek için kafa patlatmalarına gerek kalmazdı.”
“Bu gerçeğin ortaya çıkması, yazmakta olduğum diğer kitapta, Polidoro Vergilio'ya Ek: İcatlar Üzerine adlı kitabımda da tam yerine oturacak. Zannediyorum Polidoro kendi kitabına iskambil oyunlarını almamış; ben kitabıma alacağım; çok önemli bir ek olacak; üstelik de Senor Durandarte gibi ciddî ve dürüst bir tanık göstereceğim.”
İstanbul’da rasathanenin yıkıldığı aynı zaman diliminde, Cervantes’in memleketinde hukuk fakültesi var ve hukukun dalları var:
"Sevilla tımarhanesinde, akrabaları tarafından, aklından zoru olduğu için oraya kapatılmış bir adam varmış. Osuna Yüksek Okulu hukuk mezunuymuş; ama birçoklarının görüşüne bakılırsa, Salamanca mezunu da olsa, deli olurmuş.”
“Bunu meslek edinen kişi, herkese payını, hakkını verebilmek için, hem kamu hukukunun, hem özel hukukun yasalarını bilmek, hukukçu olmak zorundadır.”
Ve, o dönemde dava vekilliği de var:
“Halbuki benim efendim, durduran olmazsa otuz dava vekilinden daha çok konuşur.”
Çarklı müzik kutusunun varlığından teknolojinin seviyesi hakkında fikir yürütebiliriz:
“Müziği, bir çarklı müzik kutusu sağlıyordu.”
Tabii ki öğrenci ve yoksulluk, her dönem geçerli bir durum:
“Eğitim gören bir talebenin karşılaştığı zorluklar şunlardır: Her şeyden önce yoksulluk;”
O dönemde aileler çocuklarının flörtüne göz yumuyorlar:
“Çocukluk yıllarımdan itibaren, işte bu Luscinda'yı sevdim, âşık oldum, taptım ona; o da genç yaşının verdiği saflıkla, ciddiyetle beni sevdi. Ailelerimiz duygularımızdan haberdardı ve bundan rahatsız olmuyorlardı; çünkü duygularımız geliştikçe, evlenmekten başka bir sonucu olmayacağını açıkça görüyorlardı.”
O zamanlarda da berberler aynı zamanda ‘sağlık hizmeti’ yapmaktadırlar:
“Doğrusu şu ki, Don Quijote'nin gördüğü tolga, at ve şövalye aslında şuydu: O civarda iki köy vardı; biri o kadar küçüktü ki, ne eczanesi vardı, ne de berberi, öteki de onun yanındaydı. Bu durumda, büyük köyün berberi küçüğüne de hizmet veriyordu; küçük köyde bir hastadan kan alınacak, birinin de sakalı tıraş edilecekti; berber bunun için geliyor, yanında da pirinçten bir leğen getiriyordu.”
Köroğlu’nun ‘Tüfek icadolundu mertlik bozuldu’ söylemini aynı dönemde Cervantes, Don Quijote’a top için söyletmiş:
“O şeytanca âletlerin, yani topların korkunç gazabından mahrum olan yüzyıllar, ne mutlu çağlarmış! Mucidi, bana kalırsa, şeytanca icadının mükâfatını cehennemde görüyordur; onun yüzünden, korkak, sefil bir yaratık, yiğit bir şövalyenin canını alabiliyor; cesur yürekleri tutuşturan, canlandıran heyecanın ortasında, nasıl, nereden geldiği belli olmadan, isyankâr bir mermi, belki de lânet olası âlet ateşlenirken çıkan parıltıdan korkup kaçan biri tarafından gönderilerek, bir anda, uzun yıllar yaşamayı haketmiş birinin düşüncelerini kesiveriyor, ömrünü noktalıyor.”
Dönemin şarap kültürü de oldukça detaylıdır:
- "Sevdiğinizin başı için söyleyin, bu şarap Ciudad Real şarabı mı?"
- "Tebrikler, gerçekten de oranın şarabı, epeyce yılı da var."
- "Herhangi bir şarabı koklayarak, memleketini, kalitesini, tadını, yılını, ne değişimler geçireceğini, şarapla ilgili diğer bütün hususları anlarım. "
- "Bu iki çeşniciye, tatsınlar diye, bir fıçıdan şarap vermişler; şarabın durumu, kalitesi hakkında, iyi mi, kötü mü diye fikirlerini sormuşlar. Biri dilinin ucuyla tatmış, öteki sadece burnunu yaklaştırmış. Birincisi şarapta demir tadı olduğunu, ikincisi, daha çok meşin tadı olduğunu söylemiş. Şarabın sahibi, fıçının temiz olduğunu, şaraba demir veya meşin tadı verebilecek hiçbir şey karışmadığını söylemiş. Buna rağmen iki meşhur çeşnici, söylediklerinde ısrar etmişler. Zaman geçmiş, şarap satılmış, fıçı temizlenirken, içinde meşinden ince bir kayışa asılı küçük bir anahtar bulmuşlar."
Üst sınıflar çatal kullanırlarmış:
“ayrıca vali olduğunda çok kibar yemeyi de öğrendi; o kadar ki, üzümü, hatta nar tanesini bile çatalla yiyordu.”
Tavla oyunu biliniyormuş:
“Don Gaiferos ise, kızgınlığın verdiği tahammülsüzlükle tavlayı da, pulları da fırlatıp derhal zırhlarını istiyor; kuzeni Don Roland'dan da, kılıcı Durindana'yı ödünç vermesini rica ediyor.”
Öksüz çocuklara kötü davranmak normal karşılanıyor:
“Ama ne kadar sefil olursa olsun, her öksüz çocuğun her ay yediği üç bin üç yüz kırbacı mesele yapmak, seni dinleyen, hatta zamanla öğrenecek olan herkesin dindar yüreklerini hayrete ve dehşete düşürür.“
Solak olmak bir zaaf ve aşağı tabakaya özgü bir özellik:
“bir adamın okuma bilmemesi veya solak olması, iki sebepten birini getirir akla: O adam ya fazlasıyla yoksul ve aşağı tabakadan bir ailenin oğludur; veya terbiyenin, eğitimin nüfuz edemeyeceği kadar haylaz ve hayırsız bir kimsedir.”
Hep varolmuş olan bahşiş kurumu:
“Çünkü gezgin şövalyelerle soylu hanımlar arasında çok yaygın ve eski bir âdet vardır; hanımdan şövalyeye, şövalyeden hanıma haber götüren silâhtar, nedime veya cüceye, getirdiği habere teşekkür mahiyetinde, değerli bir mücevher hediye edilir.”
O dönemde de boğulanlar başaşağı tutuluyormuş:
“Süreyya babasını denizden çıkarmamız için haykırınca, hepimiz hemen koşup cüppesinden tuttuk, yarı boğulmuş, baygın halde sudan çıkardık. Süreyya o kadar üzüldü ki, sanki babası ölmüş gibi üstüne kapanıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Adamı başaşağı tuttuk; bol bol su çıktı ağzından; iki saat sonra, kendine geldi.”
İyi mal ve kötü malı karıştırıp satmak o zamanlarda da varmış:
“Zat-ı âlinizin nasihat ettiği gibi pazar yerlerini ziyaret ediyorum; dün taze fındık satan bir kadın gördüm; bir çuval taze fındıkla bir çuval bayat, boş, çürük fındığı karıştırmış olduğunu farkettim.”
Matem renkleri bekar kadınlar için şimdikinin tersiymiş:
“Evli kadınlar için matem rengi siyah, dul kadınlar içinse beyazdı.”
Kuzey Afrikalılarda tıraş olmak aşağı tabakaya özgüymüş:
“Magripliler'in birçoğu tıraş olmayı hamallara ve serserilere yakıştırdıklarından sakal uzatırlardı.”
İlginç el öpme adetleri varmış:
“Önce kendi elini öpüp karşısındakine uzatmak adetti.”
Kırbaçlanarak kürek çeken forsalar: (Acaba “hepimiz aynı gemideyiz” diyorlar mıydı?)
“Gardiyanbaşı demir alma işaretini verdikten sonra köprünün ortasına sıçrayarak kırbacıyla forsaların sırtına vurmaya koyuldu ve gemi ağır ağır denize açılmaya başladı.”
Parmağı dudağa götürerek sus işareti o dönemde de varmış:
“Yaya silâhtarlardan biri, parmağını dudaklarına götürüp susmasını işaret ederek Rocinante'nin gemine asıldı ve yoldan çekti.”
Onlarda da bizde olduğu gibi, küfür övmek için de söylenirmiş:
- "Bunları söyleyip tulumu Sancho'nun eline verdi; o da, tulumu ağzına dayayıp kafasına dikti ve çeyrek saat yıldızları seyretti. İçip bitirdikten sonra da, kafasını bir yana eğip derin bir iç çekerek dedi ki: "Vay orospu çocuğu, ne kadar da iyiymiş!"
- "Gördünüz mü?" dedi Orman Silâhtarı, "Şarabı orospu çocuğu diye methettiniz."
- "Kabul ediyorum," dedi Sancho; "methetmek niyetiyle söylendiği zaman, birine orospu çocuğu demek terbiyesizlik değildir.”
O dönemde de kadınlar anlaşılmazmış (!):
“Bu dünyada, bir kadının karışık düşüncelerini, değişken mizacını anlayıp çözebildiğini iddia edebilecek kimse var mıdır? Kesinlikle yoktur.”
“Ben bir kadının evet'iyle hayır'ı arasına bir iğne bile sokmaya kalkışmam, sığmaz çünkü.”
‘Altın Elma’dan bu yana bitmeyen kim daha güzel sorunsalı o dönemde de gündenmdeymiş (!):
“Böylece kadın peçesini çıkardı ve ortaya o kadar güzel bir yüz çıktı ki, Dorotea Luscinda'dan, Luscinda da Dorotea'dan daha güzel buldu. Diğer hazır bulunanlar da Dorotea’yla Luscinda'ya güzellikte ancak Magripli kadının ulaşabileceğinde birleştiler, hattâ bazıları onu daha güzel buldu.”
Dönemde Türklerin nasıl göründüğü:
“Don Gregorio'nun karşı karşıya bulunduğu tehlike beni telâşa düşürdü; çünkü barbar Türkler arasında yakışıklı bir delikanlı, en güzel kadından bile daha fazla rağbet görür. Beylerbeyi, delikanlının derhal huzuruna getirilmesini emretti ve delikanlı hakkında söylenenlerin doğru olup olmadığını sordu bana. Ben de bunun üzerine, âdeta Tanrı'dan gelen bir ilhamla, doğru olduğunu, ama sözü edilen kişinin aslında erkek değil, benim gibi bir kadın olduğunu söyledim; gidip kendisini aslına uygun şekilde giydirmeme izin vermesi için yalvardım.”
“amiral gemisi, pergendedekilerin teslim ol çağrılarını rahatça duyabilecekleri kadar yakına geldiği sırada, iki tiryaki, yani iki ayyaş Türk tüfeklerini ateşlediler”
Kitapta geçen güzel atasözleri:
- Asılmış adamın evinde ip lafı edilmez.
- Kel yanında kabak anılmaz.
- İyisi varken kötüyü seçenin, sonra başına gelenden şikayete hakkı olmaz.
- İhanet hoşa gitse de, hain sevilmez.
- Fazilet, iyilerin takdirinden çok kötülerin nefretini toplar.
- Baş ağrıyınca bütün organlar ağrır.
- Fırsat çıktığında faydalanmayan, fırsat kaçırınca şikayet etmemeli.
- Eşeğin kuyruğunu kalabalıkta kesme, kimi uzun der, kimi kısa.
- Kulede tehlike çanı çalan adam emniyettedir.
- Bizi kırpıp biçen makas başkalarına da uzanır.
- Zenginin zırvası vecize sayılır.
- “Evimden git” diyenle “karımdan ne istiyorsun” diyene cevap verilmez.
- Taş da çömleğe çarpsa, çömlek de taşa, çömlek kırılır.
- Köseyle alay edenin top sakalı kara gerek.