Kırşehir de ne güzel üzüm bağları vardı. Her evin muhakkak bir iki bağı olurdu.
Çarpık kentleşme sonucu, o güzelim üzüm bağları kalmadı sayılır. Kaldıysa da onlarda kıyıda köşede, yok denecek kadar bağ kalmıştır...
İlk baharda ışkın topla, üzüm koruk olunca koruğu ye, alaca düştüğünde ise alacasının tadına doyum olmazdı...
Hele üzüm olduğunda tüm üzüm bağları biz çocukların olurdu. Dilediğin bağda salkım salkım kopararak...
Bağa girdiğimizi gören bağ sahibinin komşuları: " Hel huu, sahibisi huuu" dediklerinde, oradan sıvışır, başka bir bağa girerdik.
Çevre illerde: "Nerelisin?" diye sorduklarında: "Kırşehirliyim" dediğimizde: " Pekmez akıllıyım desene" derlerdi.
"Neden pekmez akılı denilmiştir?" diye de çok hikayeler var. Bu hikayeleri aşağı yukarı hepimiz biliriz.
Konu pekmez olunca, gerçek bir hikayeden bahsedeyim de, ıccık gülelim...
Köyün birinde adam şehirde bir küp pekmez getirip, kilere koymuş.
Evin çocuğu uğrunca killere girip, küpün ağzını açıp, küpe kafasını daldırıp kana kana içmiş.
Bakmayın çocuk dediğime. O zaman beşinci sınıfta okuyormuş...
Ancak küpten kafasını çıkaramayıp, öylece kalmış. Bağırsa yakalanacağım korkusu olsa da fazla dayanamaz, başlar bağırmaya.
Kafası küpün içinde olduğu için öyle bir bağırma ki, insan sesinden başka her şeye benziyormuş.
Sesi duyan ev halkı, çocuğun yanına gelip, kafasını küpten kurtarmaya çalışsalar da, imkanı yok çıkaramamışlar. Babası bir taraftan çocuğun başını çıkarmaya çalışıyor bir taraftan da öfkelenerek söyleniyormuş. "El karnına içip karnı şişer, bu kafasına içmiş, kafası şişmiş" der.
Bakarlar ki imkansız çıkaramıyorlar, adamcağız küpün ağzını kırıp çocuğu kurtarmış.
Çocuğunun kurtulduğuna sevineceğine "Küpe kurban olasıca, daha yeni aldıydım" demiş.
Kaynayan pekmezin köpüğü ne güzel olurdu. Hele de pekmez kazanının içine ayva atınca....
Pekmezi yoğurdun üzerinde gezdirip, yufka ekmekle, sokum sokum yemesine bayılırdım. Hele de karın içine döküp, kaşıklamasını...
Pekmez olan evin kadını neler neler yapardı.
Köftür yaparlardı ki, bazen önlüğümüzün cebine koyup, okulda yerdik.
Tandırın sacında un kavurulur, üzerine pekmez dökülüp helva yapılarak, tıpkı içli köfte gibi, yumru, yumru yapılır, biz çocuklara verirlerdi.
Bazen tencerenin içine un bulamaç haline getirilip, çatılan ocağın üzerine konulup, çömçeyle yavaş yavaş karıştırılıp, katılaşması beklenirdi. Katılaşan hamur kazanın içinde, pötür pötür şişerdi.
İyice kaynayan hamur, geniş bir kaba boşaltılıp, soğumaya bırakılır. Soğuduktan sonra, içinde çukur oluşturulup, dam sıvar gibi içi, dışı iyice sıvanırdı.
İçine pekmez koyup, iki kaşık tereyağı kavrularak pekmezin üzerine dökülürdü.
Biz bu yemeğe gabul derdik.
Biz çocuklara kimin önünde pekmez akarsa falanca işi o görecek diyerek, biz çocuklar tatlı sert uyarılsak da, hamur azaldıkça, muhakkak birinin bulunduğu tarafta sızıntı olur ve o işi o görürdü. Yediğine yiyeceğine pişman olarak....
Bağ bozumu zamanı üzüm bağı olanlar, topladıkları üzümleri şiltelere koyup, üzüm havutunda çiğneyerek şiresini çıkarıp, çatılan ocaklara koyup, içine pekmez toprağı serpilir ve büyük çömçelerle karıştırırlardı. Kaynayan pekmez, ihtiyaçları kadar evde bırakılır, gerisi şehrin pazarına götürülürdü.
Kadınlar pazarında ne güzel pekmezler satardı analarımız, dezelerimiz, bibilerimiz.
Pekmez için herkes ayrı fiyat isterdi: "Deze niye fazla diyon gıı, bak falanca daha ucuz fiyat istiyor" dediğinde:" Vayy yavruum, oninkisiyle benimkisi birmi?" diyerek, kaşıkla pekmez ikram ederlerdi: "Dadına bakala hele" diyerek...
Amann siz kulasmayın elin ne dediğine. Varsın pekmez akıllı desinler.
Pekmez gibisi var mı hiç?