Sene 1988... O yıl ülke genelinde öyle bir kış olmuştu ki Çukurova, Ege demeksizin her taraf beyaza bürünmüştü.
Aslında Mardin'in Midyat ilçesi, kışın çok da soğuk olmasa da o yıl bir metreden fazla kar yağmıştı.
Kar ilk lapa lapa yağmaya başladığında, tıpkı çocuklar gibi sevinerek, karın altında yürümeye bayılıyorduk. Biz yürüdükçe ayaklarımızın altında ezilen kar sesi de güzel bir müziğin ritim sesi gibi geliyordu.
Kar öyle çoğalmaya başlamıştı ki birbirimizle kartopu atmaya başladık, üşüyen ellerimizi de sobanın önünde ısıtmanın ayrı bir tadını yaşıyorduk.
Kar tüm hızıyla yağıyor, durmak nedir bilmiyordu. Öyle süratle yağmaya devam ediyordu ki bu sefer de sevincimiz üzüntüye dönüşmeye başlamıştı.
Yollar araç trafiğine kapanmaya yüz tutmaya başlamıştı, dört arkadaş "Nasıl gideceğiz eve?" telaşı yaşamaya başladık.
Çünkü çalıştığımız karakol,"Estel" dediğimiz semtte, evimiz ise üç kilometre uzaklıktaki Midyat bölgesindeydi.
O zamanlar Midyat iki parça halindeydi; Estel'de Arap vatandaşlarımız, "Midyat" denilen bölgede ise Kürt, Süryani, Yezidi vatandaşlar oturuyorlardı.
Neyse ki kar küreme aracı geldi de, biz de o araçla varabildik evimize.
Oh çok şükür, evime gelmiştim. Bundan sonra isterse beş metre kar yağsın, çok da umurumda değildi hani, en azından işe gitmeyiverirdik.
Aynen dediğim gibi de oldu, sabah kalktığımda öyle kar yağmıştı ki imkanı yoktu göreve gitmemize.
Bir günlüğüne de olsa felekten bir gün yaşadık. Çıkardım çocuklarımı sokağa, kartopu oynadık çocuklarımla ve üşümeye başlayınca da giriverdik evimize.
Elin oğlu seni boş bırakır mı hiç? Akşama doğru bir polis arkadaş geldi "Yarın sizi göreve bekliyorlar, yollar açılana kadar karakolda yatacaksınız. Ona göre evinizin ihtiyaçlarını temin edin" diyerek tebligat yapıp gitti.
Sabah olduğunda dört arkadaş birleşip zar zor da olsa vardık karakola. Çok kar olmasına rağmen, fazla da üşümedik diyebilirim. Ancak karda güçlükle atıyorduk adımlarımızı.
Akşam mesaisi bitince, karakolun bitişiğinde bulunan kömürlükteki ranzalarda uyumamız gerekiyordu. Uyu, uyuya bilirsen... Bırak hijyeni, karakolun o gürültülü telsiz sesiyle nasıl uyuyabilirsin ki?
Zar zor uyuyabildim o akşam. Sabah kalkıp görevimizi aldık ve görev bitiminde yine kömürlükte.
Gece yarısı karakolda öyle bir telaş vardı ki merak edip içeriye girdiğimizde anladık ki bir buçuk kilometre uzaklıktaki ilçenin en son bölgesinde bulunan polis lojmanlarında, nöbetçilerden haber alınamadığı gibi, lojmanda oturan meslektaşlarımıza da ulaşılamıyordu.
O tipi ve fırtınada telefon kablosu kopmuş olmalı ki onlara ulaşmak imkansızdı ve akıbetleri de belli değildi.
Bir grup arkadaş gitmeye çalışmışlar, ancak tipiden geri dönmüşler. Bizler gönüllülük esaslarına göre kendi aramızda karar verdik: "Ne pahasına olursa olsun, lojmana kesin gideceğiz." diye...
Sıkı sıkı giyindik, düştük yola. Yolu yarılamaya başladık ki iki kişi daha fazla dayanamayacaklarını belirtip dönüverdiler. Ben ve Kayserili Rahmi kaldık. Hani derler ya: "Durmak yok yola devam." diye...
Zaten yol yarılanmış, dönsen ne yazar ki? İyisi mi yola devam... Öyle bir tipi vardı ki Rahmi bana, ben Rahmi'ye soruyordum: "Lojman ne tarafta?" diye... Göz gözü görmüyordu adeta... Artık tahmini yürüyoruz Allaha emanet.
Ayaklarımızda derman kalmadığı gibi, ayaklarımı da hissetmiyordum. İçimde bir sıcaklık hissetmeye başladım, hafif uykum geliyor, kendimi bıraksam... Uyuyuvereceğim oracıkta, arkadaşım da ona keza... Anladım ki bunlar donma belirtisi, kesinkes kendimizi bırakmamamız lazım...
Rahmi'ye dönüp öyle bir şamar yapıştırdım ki tüm hızımla, sen de bana vur diyerek yalvarıyordum.
Rahmi'nin o güzel Kayserili şivesiyle "Ne vuracam oğlum!" demesi beni güldürdü ve kendime gelmemi sağladı.
İki yüz adım daha attığımızda, aman Allahım, lojmanlara gelmişiz. Kendimizi zor attık polis kulübesine.
Bir de ne görelim? Bizim Kırşehir Dinekbağlı Ömer ve arkadaşı, kurmuşlar çilingir sofrası, rakı içiyorlar sobanın sıcağında. Sanki polis noktasına değil de meyhaneye gelmiştik...
O geceyi bizler de geçirdik orada.
Bir taraftan da Ömer dediğim hemşerim bağırıyordu bize: "Kalkın gidin oğlum, bela mısınız? Ne işiniz var la burada...
Karakol bizi de öldü sanmış, oysa ki yanılmışlardı. Dimdik ayaktaydık tipiye inat, Omar ağamın meyhanesinde...
Polat BİLİCİ