“Hüseyin, Hamdi’yi vurmuşlar. Bir polis vurmuş; ameliyattaymış” diyor telefondaki büyük baldızın sesi. Kayınbiraderim, eşim Neşe’nin iki ağabeyinden küçük olanı Hamdi Öten.
Kilis’teki şehir içi halk otobüslerinden birisinde şoför olarak çalıştığını düşününce bir trafik polisiyle tartışmaya girip, işler kontrolden mi çıktı acaba diye tahmin yürütüyorum haberin sıcaklığında. O arada baldızımın söylediği “Hamdi abin öyle birisi var, kafayı taktı bana diyordu” sözleri de o an için çok bir şey ifade etmiyor; olayın sebebi ve oluş şekli ilgilendiğimiz en son şey belki de hastaneden gelecek iyi/umutlu bir haberi bekliyoruz. Giden-gelen telefonlar, tesadüfen o sırada Kastamonu’da bizleri ziyarete gelmiş olan baldızlarla en çabuk şekilde Kilis’e nasıl ulaşabiliriz diye araştırırken, tekrar çalan telefon ve kardeşimmm! feryatları…
Hamdi Öten 56 yaşındaydı. Ortaokul sıralarında okulu bırakmış ancak, o senelerden itibaren çalışmayı, ekmeğini taştan çıkartmayı bir gün olsun bırakmamıştı. Dürüsttü, çalışkandı, vefalıydı; çalıştığı arabalara “elin emaneti” diye gözü gibi bakardı. Çok kalabalık bir sülalenin hemen hemen hepsinden haberdar olan tek ferdiydi.
Ailesine bağlı bir eşti, pırlanta gibi 2 kız çocuğu yetiştirmiş, birini meslek sahibi yapmış, diğerinin öğretmen olması için gün sayan bir babaydı. Toplumsal sorunlara duyarlı bir birey, çalışmalara aktif katılım sağlayan iyi bir CHP’liydi.
Bu elim olaydan çok değil, altı ay öncesinde hepimizi gururlandıran bambaşka bir olayla basında gündem olmuştu, söz konusu haberde, yolcu almak için gittiği mahallede durakta bekleyen gencin önce tekerlekli sandalyesini, yürütecini ardından da engelli genci otobüse yerleştirip, inerken de aynı şekilde yardımcı olduğu anlatılıyordu. Haber bizi gururlandırsa da şaşırtmamıştı, Hamdi abi tam da öyle bir insandı.
Bizler acı haberle yollara düşerken olay da haber sitelerine düşmeye başlamıştı. Çıkan haberlerde Hamdi abinin park yeriyle ilgili çıkan tartışma sonucu komşusu olan polis memuru M. Y.’nin silahından çıkan kurşunlar sonucu hayatını kaybettiğini yazıyordu. Oysa, olay anında herhangi bir tartışma olmamış, bir gün öncesinde küfür ve hakaret içermeyen kısa bir tartışma sonucu taraflar yollarına gitmiş, ertesi sabah ise M. Y. Hamdi abinin evinin önünde pusuda beklemiş, apartmandan çıkar çıkmaz da “sen kime dayılanıyorsun” diye bağırarak silahını peş peşe ateşlemeye başlamıştı. Olayın aslı böyleyken olay basına bazı eller tarafından “komşular arası park kavgası” olarak lanse edilmeye başlamıştı bile.
Benzer çoğu olayda tanık olduğumuz üzere düzenin gözünde bu topraklarda yaşayan yurttaşlar “gerekli olduğunda feda edilebilecekler ve asla feda edilmeyecekler” diye ikiye ayırılıyorlardı. Hamdi abi ilk gruba dahildi, kolluk kuvvetlerinden olan M. Y. ise ikinci gruba. Yerleşik nizamın bu sınıflamaya göre refleks göstermeye başlaması içinse birilerinin özellikle devreye girmesine bile gerek yoktu.
Oysa olay sırasında bir tartışma söz konusu olmadığı gibi, komşu oldukları da doğru değildi, zira M. Y. ve ailesi Pazarcık Depremine kadar aynı sitede otururken, deprem sonrasında farklı bir yere taşınmışlardı. Ancak söz konusu polis ve ailesi her Salı günü Pazar için geldiklerinde arada mesafe olmasına rağmen aracını Hamdi abilerin evinin önüne park etmeye devam etmişti. Hamdi abi, daha önceki bir asılsız aracına çarpma iddiasına da istinaden, “Arabanı az daha kenara çek ki insanlar geçebilsin” dediğinde, M. Y.’den “Çek demeyeceksin, çeker misin diyeceksin” cevabını alması üzerine “Ya ister çek, ister çekme bana ne diyerek? evine çıkmıştı. Aralarında geçen, herhangi bir küfür/hakaret içermeyen tartışma/konuşma bundan ibaretti.
Majestelerinin “siz aslansınız kaplansınız, siz haltları yiyin, hukuk arkanızdan gelsin” sözleri ile yüreklendirilmiş polisinin bir eylemi daha bu kez bize çok yakın bir ocağa ateş düşürmüştü.
Yargısız infazlar ve hal ihlalleri üzerine çalışmalar yürüten Baran Tursun Vakfı hemen ertesi gün 438. Vaka olarak Hamdi abinin olayını paylaştı.
Böyle bir kayıp anında birilerinin yakınınızın başına gelenleri ve sizin acınızı umursadığını bilmek bir nebze de olsa iyi geliyor. Baran Dursun olayını yani 2007 yılında İzmir’de bu ismindeki gencin trafik kontrolü yapan polis ekibinin dur ihtarına uymaması sonucu yaşanan kovalamacada polis kurşunu ile başından vurulup, bir süre yoğun bakımda kaldığını ve sonrasında yaşamını kaybettiğini biliyordum. Vakfın kayınbiraderimle ilgili paylaşımını görünce ister istemez, olayla ilgili bilgilerimi tazeleme ihtiyacı hissettim;
Baran Tursun’un ölümüne sebep olan polis memuru O. E. A. yargılama sonucunda 2 yıl 1 ay ceza alır. İddia odur ki yargılama sürerken dönemin İzmir İl Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın yargılamayı yapan mahkeme başkanı Mehmet Akarca'yla görüşerek bu davanın medyada çok yer aldığını, yargılanan polisin yüksek cezalar alması durumunda Türkiye genelinde polislerin bir daha görevlerini yapamayacak hale geleceğini söyler. Netice olarak bir kez daha devletin ali menfaatleri hukuka ve adalete üstün gelir, Baran Dursun’un ölümüne sebebiyet veren polis memuru 18 ay Paşakapısı Cezaevinde kaldıktan sonra görevine iade edilir. Yargıç Akarca’nın bu “devletten yana” tavrı da elbette karşılıksız bırakılmaz, önce Yargıtay üyesi, sonra Yargıtay 14. Ceza Dairesi Başkanı ve nihayet Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı olur.
Acılar olduğu gibi haksızlıklar da bir adım ötemizde ve en yakın kapının arkası kadar yakınımızda. Acıyı bir nebze azaltacak şey ise gerçekleşen adalet duygusu. Herkesin bu duyguya erişmesi dileğiyle..