Türkiye’de kaç engelli birey bulunduğu, bu engelli vatandaşların genel nüfusa oranları, yaş cinsiyet, eğitim durumları konusundaki bilgiler uzun süre karanlıktaydı. Bugün bambaşka tartışmaların odağında bulunan TÜİK’in bu konuda yayınladığı son araştırma 2002 yılındaydı.
Buna karşın Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın 2019 Mayıs’ından başlamak üzere aylık olarak yayınladığı bir Engelli ve Yaşlı İstatistik Bülteni bulunuyor. Raporun Temmuz 2022’de yayınlanan sayısında Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’ni verilerine göre Türkiye nüfusunun 31 Aralık 2021 tarihi itibarıyla 84 milyon 680 bin 273 olduğu bilgisine yer veriliyor. Rapor boyunca verilen ayrıntılı sayılara bu yazının asıl konusu olmadığı için girmeyeceğiz.
Engelli vatandaşların eğitim, çeşitli sosyal hak ve indirimlerden yararlanma, iş başvurusu gibi birçok şey için resmi sağlık kuruluşlarından aldıkları Sağlık Heyeti Raporu sayılarına dayandırılan bilgilere göre 2.511.950 engelli birey olduğu belirtiliyor. Toplam nüfusun yaklaşık %2,95’ine tekabül ediyor ki bu rakam ve oran genel kabullerin çok altında. Yaygın kabullere göre Türkiye nüfusunun %12’ünden fazlası engelli bireylerden oluşmakta.
Bu satırları okuyanlardan bu oranın abartılı bulanlar, “ben yolda sokakta, toplu ulaşımda bu kadar yaygın engellilerle karşılaşmıyorum ki” diyenler olacaktır. Haksız değiller çünkü günlük hayatın içerisinde, kafede, otobüste, metroda engelli bir bireyle karşılaşmak, kitapçıda engelli bir kasiyerden hizmet almak ya da gittiğin bir teknoloji mağazasında sorunu cevaplayan görevlinin engeli olduğunu fark etmek pek de sık yaşadığımız durumlar değil.
Peki bu engelliler nerede? Çoğu maalesef evinde. Araştırmalara göre ilkokuldan sonra okulu bırakma oranları İsveç’te %11, Avrupa Birliği ülkelerinde ortalama %25 iken Türkiye’de bu oran %60’ları buluyor.
Altyapı ve erişebilirlik eksiklikleri, okulların buna uygun olmamasının yanı sıra önyargılar ve konuya dair bilgisizlik de okulu bırakmada rolü olan ciddi etkenler.
Genel işleyiş şöyle ilerliyor, engeli olduğu belirlenen çocuklar il ve ilçelerde bulunan Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Rehberlik ve Araştırma Merkezlerine(RAM) yönlendiriliyorlar. Bu merkezlerde görevli özel eğitim öğretmenleri ve psikolojik danışmanlarca gerekli test, görüşme ve gözlemler neticesinde çocuğun durumunu içeren bir rapor hazırlanıyor. Söz konusu raporda çocuğun bir kaynaştırma sınıfına veya yine ilkokullarda bulunan özel eğitim sınıflarına ya da durumu gerektiriyorsa bir özel eğitim kurumuna yerleştirilmesi gerektiği bilgisi yer alıyor ki bu belge eğitim kurumları için bağlayıcı nitelik taşıyor.
Ya da taşıması gerekiyor diyelim zira uygulamada işler pek de öyle yürümüyor. Özellikle kaynaştırma sınıflarının öğretmenleri ya da herhangi bir sınıfı okuturken sınıfına özel gereksinimli bir çocuk geleceğini öğrenen öğretmenler çeşitli bahaneler öne sürerek bu öğrencileri okutmamak için bin bir dereden su getirebiliyorlar. Ya da diğer aileler istemeyebiliyor. Oysaki ne sınıftaki öğretmenin ne de okul yöneticilerinin “biz çocuğunuzu okutamayız” deme gibi bir hakları gerçekte bulunmuyor. Ancak aile bunun bilincinde değilse ya da bu hakkını savunabilecek bir sınıfsal kimlik aidiyetine sahip değilse, boynunu büküp çocuğuyla eve dönmek durumunda kalabiliyor.
Okuldan kopan bireyler bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak gündelik sosyal hayattan da kopuyor.
Eğitimlerine devam etme imkânı bulan “şanslı” engelliler ise eğitimlerinin sonunda işe girmek/bir meslek sahibi olmak konusunda sayısız zorlukla karşılaşıyorlar ki bu da sonraki bir yazının konusu olsun.
Tam bu noktada yukarıda kasıtlı kullandığım eğitimin sonu kavramını biraz irdelemek isterim; Modern ülkelerde temel eğitimin hemen sonrasından başlayarak, öğrencilerin bir kısmı çeşitli mesleklere yönlendirilerek örgün eğitimden, uzmanlaşacakları alanlara sevk edilirler.
Söz konusu ülkelerde sosyal güvenlik sistemi de buna elverecek kapsam ve kuvvette olduğu için bir bahçıvan, bir tamirci ya da bir marangoz olarak da “hayatını kurtarmak” mümkün olabilmekte. Biz de ise bunun asgari koşulu üniversite bitirmektir. Ve hatta ilerleyen zamanla bu da yetmeyip iş, yüksek lisans gerekliliğine doğru gitmekte. Herkesin üniversite okuması gereken bir sistem ise bireysel yetenek ve farklılıkları göz ardı ederek bireyleri tek boyutlu yetiştiren ve değerlendiren bir sistemdir.
Ve böylesi bir sistemde farklı gelişen bireylerin kendilerine yer bulmaları hiç de kolay olmamaktadır.