İsmail DUYGULU

İsmail DUYGULU

ofisavukatlik@gmail.com

Nasıl bir tutum almalı?

Hiçbir zaman dini gericiliği savunmadık. Ama insanların inanma, düşünme, kanaat edinme, bunları ifade etme özgürlüğünden yana olduk. Geçmiş dönemde, üniversite kapılarında, başörtüsü taktığı için mağdur edilen kadınların yanında olduk. Hatta İnsan Hakları Derneği (İHD) öncülüğünde, “Türban yasağı” olarak uygulanan yasağın karşısında, “Başörtüsüne özgürlük!” sloganında ortaklaştık[1].

Anayasa’da herkesin, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetleri vardır. “Din ve vicdan hürriyeti” kenar başlığı altında yer alan 24. maddede yer alan kabule göre de herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. İbadet, dini ayin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. Din ve ahlak eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Ama öyle bir kural konulmuş ki, din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alıyor. Bu zorunluluğun dışında din eğitim ve öğretimi ancak, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcisinin talebine bağlı tutulmuş durumdadır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 9. maddesine göre de herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir; bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, kamuya açık veya kapalı ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir. Din veya inancını açıklama özgürlüğü, sadece yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlık veya ahlakın ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli sınırlamalara tabi tutulabilir, deniliyor. Burada dahi bir sınırlama getirildiğini görüyoruz.

Anayasa’nın 14. maddesinde yer alan temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılamaması hem Devlet ve hem de yurttaş yönünden bağlayıcılık getirmektedir. Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz. Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz. Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir kuralını getirmiştir.

Her dini inanç, kendi öznel koşullarında, başka insanların varlığını tehdit etmemek, şiddete başvurmamak kaydı ile kendi inancını geliştirmeli, ayin ve törenlerini gerçekleştirebilmelidir. Anayasa m. 25’de herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz. Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetine dair m. 26’da da herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar, denilmiştir.

AİHS m.10’da da, ifade özgürlüğüne yer verilmiş, herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Görev ve sorumluluklar da yükleyen bu özgürlüklerin kullanılması, yasayla öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir, denilmiştir.

İşte soyut, afaki yorum ve yaklaşımlarla inanma özgürlüğünü sınırlandırmaya neden olan kuralların yeniden değerlendirilmesine, sınırlandırmaların daha da genişletilmesine, hatta bazı inançları dışlayan uygulamaların sonlandırılmasına, düşünce, inanç, kanaat ve ifade hürriyetinin önünün açılmasına ihtiyaç var.

AKP’nin başörtüsü oyunu

AKP, yanı sıra bir başka hamle yapmaya kalkışıyor. Muhafazakar bir toplum olan Türkiye toplumunda din, aile ya da giyim ve kuşam siyasete araç kılınabiliyor. Oldukça da ilgi görüyor. Türkiye gibi ülkelerde başörtüsü inancın temsili olarak yansıtılıp, bunun üzerinden oy devşirmesi yapılabiliyor.

AKP başörtüsünü her daim siyasetine araç yaptı. Başörtülü insanları önce o sömürdü, aldattı. Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklara karşı mücadele etmek üzere oy aldı ama önce yolsuzluğa o battı, oy verenlerini daha da yoksul hale getirdi ve iktidarını sürdürebilmek için yasak üstüne yasak koymaya başladı ve “tek adam rejimi”ni kurdu.

AKP’nin bu tutumuna karşı inananlar ve bütün özgürlüklerden yana olanlar, başörtüsünün siyasete aracı kılınmasına izin vermemek, özgür bir Türkiye toplumu yolunda ilerlemeye devam etmek için ortak harekete ihtiyacımız var. Herkese tanınan düşünce, inanç, kanaat ve ifade hürriyeti ancak, şiddeti öne çıkaran, bir başkasının şöhretine, mesleğine, kişiliğine hakaret içeren hallerde sınırlandırılabilmelidir.

AKP, muhalefetin kendisine verdiği pası değerlendirerek, “başörtüsü” ve “ailenin yapısı” üzerine anayasa değişikliği önerisi getirdi. Hatta bu teklifler TBMM Anayasa Komisyonu’nda kabul da edilmiş olmasına rağmen, nedense şimdilik sönümlendirildi. Ancak AKP’nin yeniden seçimlerde zafer elde etmesi ile bu ve benzeri argümanlarla geleceği muhakkak. AKP’nin Anayasa’nın “Din ve vicdan hürriyeti” kenar başlığı altında mevcut 24. maddesine ek önerdiği, 2 fıkra şöyle;

“Temel hak ve hürriyetlerin kullanılması ile kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanılması, hiçbir kadının başının örtülü veya açık olması şartına bağlanamaz.

Hiçbir kadın; dinî inancı sebebiyle başını örtmesi ve tercih ettiği kıyafetinden dolayı eğitim ve öğrenim, çalışma, seçme, seçilme, siyasî faaliyette bulunma, kamu hizmetlerine girme ile diğer herhangi bir temel hak ve hürriyeti kullanmaktan ya da kamu veya özel kesim tarafından sunulan mal ve hizmetlerden yararlanmaktan hiçbir surette yoksun bırakılamaz. Bu nedenle kınanamaz, suçlanamaz ve herhangi bir ayrımcılığa tâbi tutulamaz. Alınan veya verilen bir hizmetin gereği olan kıyafet söz konusu olduğunda Devlet, ancak dinî inancı sebebiyle kadının başını örtmesini ve tercih ettiği kıyafetini hiçbir surette engellememek şartıyla gerekli tedbirleri alabilir.”

AKP bu teklifle ne yapmak istiyor? Güya bununla başörtüsüne anayasal güvence getiriyor gibi görünüyor. Ancak konu sadece başörtüsüne güvence getirmek olarak değerlendirilir ise yanılgıya düşeriz. Getirilen düzenleme sanki yeni bir hak veriyor görünürken, bugün öngörülemeyen, ileride sınır getiren hale dönüşebilir. Çünkü özgürlüklerin sayılması doğru bir yöntem değildir. Özgürlükler sınırsız, yasaklar sınırlı olabilir. Bu nedenle yasaklar sayılarak kanun çalışması yapılmalıdır. Bu yönden Anayasa tekniğine aykırı bir önermenin karşısında durmak gerekir.  

AKP’nin burada yapmak istediği, başörtüsünün öne çıkarılarak, din sosuna da bandırarak, dinin siyasete araç kılınmasıdır. Değilse insanların kılık ve kıyafetlerinden dolayı ötekileştirilmesi ya da hak kullanımının engellenmesi kabul edilebilir bir durum zaten değildir. Temel insan hakları düzeyimiz itibariyle insanların giyim kuşamları, saç ve sakalları ya da başkaca bir tercihi üzerinden değerlendirme yapmak, ötekileştirmek, bu nedenle hizmetlerden yararlanmasını önlemenin kendisi suç oluşturmaktadır.

Türkiye’de kadınlar başörtüsünü sadece dini amaçla kullanmıyorlar. Bu nedenle başörtüsüne getirileceği öne sürülen güvencenin dini amaçla sınırlandırılması da doğru olmayacaktır. Çünkü artık kılık ve kıyafet konusundaki özgürlük anlayışında toplumda geniş bir mutabakat var ve bu yerleşmiş durumdadır. O nedenle özgürlüklere ilişkin sınırlayıcı özellik getirecek düzenlemelerin de isabetli olmayacağı düşünülmelidir. Çünkü yasaklar sınırlandırılmalı, özgürlükler ise sayılmaktan dahi kaçınılmalıdır.

Aile ile oyun devam ediyor

AKP aile düzeni ile de oynamaktan hoşlanıyor. Mevcut Anayasa’nın “Ailenin korunması ve çocuk hakları” kenar başlığı altında yer alan 41. maddesi şöyle:

“Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır.
Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile

planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar.
            Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir.
            Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.”

Anayasa’nın 41. maddesine dair değişiklik içeren bu teklif de TBMM Anayasa

Komisyonu’nda kabul edilen teklife göre, maddenin kenar başlığı “Ailenin korunması, evlilik birliği ve çocuk hakları” haline dönüştürülmek ve maddenin 1.fıkrası da şu hale getirilmek istenildi:

"Aile, Türk toplumunun temelidir. Evlilik birliği, ancak kadın ile erkeğin evlenmesiyle kurulabilir ve eşler arasında eşitliğe dayanır."

İstanbul Sözleşmesi diye bilinen uluslararası sözleşmeden dönen AKP hükümeti, LGBTİ+ konumda olan insanların elde etmeye çalıştıkları hakları tamamen daraltmak amacıyla da, “Evlilik birliği, ancak kadın ile erkeğin evlenmesiyle kurulabilir.” şeklinde bir ek ile güya muhafazakar toplum nezdindeki siyasi durumunu aktive etmek istiyor.  

Hak ve özgürlükleri savunmalıyız

Hangi iktidar ya da hükümet biçimi olursa olsun, temel hak ve özgürlükleri sınırlandıran, devleti güçlendirip, toplumun ve yurttaşların üzerinde gören anlayışlara karşı durmalıyız. İnsanlık Tanrıdan, Firavunlardan, Sülaleden, Devletin yüceltilmesinden arınarak, demokratik, özgür toplum yönetimlerine doğru ilerliyor. Devletin sönümlenmesi sağlanıncaya kadar, mümkün olduğunca minimal düzeyde devlet gücüne ihtiyaç duyulmalı, şiddet içeren militarist yapılanmalardan, ordu, polis vb. güçlerden arınmalıyız. Elinde çekiç olan, her çıkıntıyı çivi diye vurmaya başlar. Ordusu, polisi, militarist güçleri güçlü devletler, yerlerinde duramazlar, komşularına, olmadı kendi içinde düşmanlar yaratarak, kendi kendisine savaşırlar. Bu hem toplumları ve ülkeleri fakirleştirir, hem de geriletir.

Amerikan İnsan Hakları Bildirisi, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, vb. insanlığın ulaştığı, mutabakat seviyesinde tanıdığı hakların korunup geliştirilmesi için mücadele etmeliyiz. Bu nedenle en geri ve sağ yanımız, uluslararası sözleşmelerle kabul edilen ve birer hukuk metni haline gelen hak ve özgürlüklere dair sözleşmeleri savunmalı, sözleşmelerden dönülmesinin karşısında yer almalıyız.

AKP hükümeti, İstanbul Sözleşmesi diye bilinen “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” nden Türkiye’nin çıkmasına neden oldu. Bu ne demektir? Türkiye’nin de üyesi olduğu Avrupa Konyesi tarafından hazırlanan ve üye ülkelerin imzaladığı bir sözleşmeden ayrılmanın, siyasi, hukuki ve sosyal birçok sonuçları vardır. Sözleşmeye göre, kadına yönelik her türlü şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesi, şiddet mağdurlarının korunması, suçların kovuşturulması, suçluların cezalandırılması ve kadına karşı şiddet ile mücadele alanında bütüncül, eş güdümlü ve etkili işbirliği içeren politikaların hayata geçirilmesi için, devletin adımlar atmasını öngören, bağlayıcı nitelikte ilk uluslararası sözleşmeydi.

Bu sözleşme ve onun kısmen iç hukukta yansıması olan 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un getirdiği imkanlar da tartışmalı haldedir. Kanunda yer alan “Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz.” (m.8/3) gibi, “yaklaşık ispat” kuralına dair tartışmalı düzenlemeler gözden geçirilebilir ancak, “güvenlik ve korunma” hakkından tamamen geri dönülmesi doğru olmaz.

Sinan Ateş cinayeti

Sinan Ateş cinayeti, bu camiada yeni bir “zuhur” yarattı. Yazılı ve görsel basında bu cinayet özellikle sol kesim tarafından gündeme getirildi. İktidar partileri bu cinayeti örtbas etmek istese de, bunun delil ve emareleri kamuoyuna yeterli bir fikir verdi. Bunun aksi olsaydı ya da olay faili meçhul kalsaydı, siyasi nedenlerle içine düşeceğimiz kavgayı düşünemiyorum. Eğer Sinan Ateş cinayetinin failleri anlaşılamasaydı, MHP uzantılı ilişkiler ortaya çıkmasaydı, ülkücüler sokakta solcu avına çıkacaktı. Bu durumdan iktidar nasiplenecekti, aynı 12 Eylül'ün nasiplendiği gibi.

 Geçmişte benzer cinayetlerin failleri gizlendiği ve provokasyon amacıyla kullanıldıkları için, sokaklarda birbirimizi öldürürken bulduk. Solun da geçmişte, “anti faşist mücadele” diye ürettiği argüman, birbirimizi öldürme düzeyinde kaldı. Bunun hatasına yeniden düşmemeli, uyanık olmalıyız. Antifaşist mücadele tam da Devletin bu tür gizli ellerine karşı, demokrasi mücadelesi vermek olmalıdır. 1975-1980 arasında sol hareketin yürüttüğü anti-faşist mücadele perspektifine de bu tarzda bakılması gerektiğini düşünüyorum. Sistemi, devletin gizli ellerini görmeden, aynı hanede yaşadığımız kardeşimizi, eşimizi, dostumuzu, anne ve babamızı, giderek mahallemizdeki, köyümüzdeki insanlarımızı rakip görerek onları düşmanlaştırmayı ve karşılıklı çatışmayı “anti-faşist mücadele” olarak gördük ve öyle yaşadık. Dini, milli hassasiyetlerden yola çıkılarak, onlarca insan birbirini öldürdü. Maraş, Çorum, vb. olaylar oldu. Daha yakın zamanda Madımak olayı gibi.

Bütün bunların arkasında yer alan derin güçleri göremeden, içine girdiğimiz cinnet ve linç haliyle, “çuvalın içindeki kediler” gibi, öldürünceye kadar birbirimizi tırmaladık durduk. 12 Eylül darbesini gerçekleştirenler, kendileri “koşulların olgunlaşmasını beklediklerini” açıkladılar, öğrendik. “Çuvalın içindeki kediler” olmaktan kurtulma zamanımız geldi, geçiyor bile. Bugün aynı hataya düşmememiz gerekiyor. Bilinçli politika yapabilmeliyiz. Bilinçli insanların yaptığı politika doğru bir politika olabilir, bilinçsiz insanlar ancak rüzgarın sürüklediği insanlar olabilirler.

Bilgin örneği

Ezilen, yoksul ve emeği ile geçimini sağlayan insanların hangi etnisite, hangi inanç, hangi cins, cinsel yönelim, hangi lisanda konuşursa konuşsun, ortak kavgası “ekmek” ve “tanınma” kavgasıdır ve bu mücadelede birleşmek gerekir.

Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenlerinden Yeşil Sol Parti’nin Yozgat 1. sıra milletvekili adayı Cemal Bilgin, olumlu bir örnektir. Cemal Bilgin, yakınlık duyduğu“Ülkücü İşçiler Derneği”nden doğru emek mücadelesi veren bir işçidir. Ülkücü İşçiler Derneği, sol amaçlar güttüğünden bahisle, Devlet Bahçeli’nin talimatı ile 28 Aralık 2017 tarihinde kapatıldı. Cemal Bilgin, bir “Prekarya”[2] olarak bu kez yoluna Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği (TAŞİŞDER) genel başkanı olarak devam etti. Bilgin sivil toplum çalışmasının yeterli olmadığını görünce, İşçinin Kendi Partisi (İKEP) başkanlığını da üstlenerek, mücadele alanını daha da genişletti. Cemal Bilgin, emek mücadelesini Meclise taşımak için Yeşil Sol Parti listesinden Yozgat 1. sıra milletvekili adayı oldu.

Cemal Bilgin örneği bize artık bazı önyargılarımızdan kurtulmamız, farklı görüşler, farklı duygular, düşünceler ile bir arada, “ortak çıkar”larımız için birlikte hareket etmeyi öğrenmemiz gerektiğini gösteriyor. Bizi ne din, ne milliyet, ne cinsiyet değil, “emek” birleştiriyor. Bugün kapitalizmin geldiği aşamada, CEO konumundakiler ile prekarya düzeyindekiler de emekleri ile geçim sağlayan işçilerdir.

Yılmaz Güney’in tutumu

 Yılmaz Güney hakkındaki bir belgeselde hapishane arkadaşı, “O insandı. Ona solcu, komünist, terörist derlerdi. Ne solcusu, ne komünisti, ne teröristi! O tam da bir vatanseverdi. Gerçekten, iyilikten, ezilenden yanaydı. Yani o ülkücüleri de severdi. Öyle lümpenlerini değil, harbi olanlarını. Hiç ayrım göstermezdi. O bütün bunları aşmıştı. O bizden yanaydı, bizden. O herkesten yanaydı, hayatın içindeydi. Kızdı mı, gözü hiçbir şeyi görmezdi. Öff bu ne öfke? Haklıdan yanaydı. Anlayacağınız, doğru ne ise onu yapardı. O insandı.” derken, neyi anlatmak istiyor bize? Bazı kavramlara takılıp kalınmaması gerektiğini, birbirimizi anlamamıza yardım eden yeni sözcükler ya da sözcüklerimize yeni anlamlar yüklememiz gerektiğini salık veriyor. Söz terbiyesi edinmek, sözü daha iyi seçmek gerekiyor.

Yeni bir örgütlenme anlayışı

Örgütlenmede, önce bireyin oksijen maskesini kendisine takması gerekir, diye düşünüyorum. Yani kendisine hayrı olmayanın, başkasına da hayrı olmayacaktır doğal olarak. Ama yürüdüğümüz yolda daha bilinçli ve kararlı adımlar atabilmek için, ideolojik politik bilgi birikimi yapmaya ihtiyacımız var. Dağınık, sonbahar rüzgarının yaprağı sürüklediği gibi, sadece duyarlı olduğumuz konularda değil de, duyarsız da olsak, düzenli bir mücadele ile örgütlenmeden yana tutum alabilmeliyiz.

Kendi içimizde, bireyler olarak barışamazsak, toplum olarak nasıl barışacağız. Tek tek insan bireyleri olarak çoğulculuğu ve toplumsal uzlaşıyı önce kendi kafamızda, zihnimizde, sonra yanı başımızdaki insanda, arkadaşımızda, çevremizde, sonra toplumda, sonra Devlet kurumlarında örmeden bir çıkış yolu bulmamız mümkün olmaz.

Son zamanlarda yeniden, birbirimize şu meşhur "liberal" yakıştırması üzerinden yaklaşmamız yok mu, yani tarih bize hiç ders vermemiş diyeceğim geliyor. Bunun somut örneğini Yeşil Sol Parti adayları üzerinden yaptık. Oysa o liberal olsun, sen sosyalist ol, diğeri reformist olsun, sen devrimci ol, yani oportünist de olsun varsın, ama demokratik siyaset ortamında seçim üzerinden bir politika geliştiriyor isek eğer, sadece seçimden seçime oy kullanan yurttaşlar ile muhatap olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. Bunu bir çok arkadaşımız, ne kadar geniş bakıyorsun, yani “çok liberalsin” demeye getiriyor. Bırak ben “liberal” kalayım, sen “komünist” ol. Yeter ki ol ve yanıbaşımda birlikte yürüyelim. Bir başka yönden de, herkes “kadro” olacak diye bir durum yok. Normal günlük yaşantısını devam ettiren, “sıradan yurttaş”ların oyuna ihtiyacımız var. Kadro olarak da kendini bitirici, öğütücü olmak yerine, biriktirici, örgütleyici ve geliştirici olmanın bir yolunu bulmak lazım. Bunu da değerlendirmemizde yarar var. Mücadele eğer birey olarak bizleri geliştirmiyor, aksine yok ediyor ise, o yönden de kendimizi sorgulamamız gerekir.

Yeni örgütlenme anlayışı “seksiyon” tarzı örgütlenme yerine, seksiyonların bir aradanlığı yönünde ilerliyor. Çünkü zaten şimdiye kadar “parti” olarak algılayıp ortaya koyduğumuz örnekler, birer “seksiyon” olmaktan öteye geçemedi. Ama burada dikkat edilmesi gereken, her bir seksiyonun kendi kimliğini yok etmeden, sönümlenmesine neden olmadan ilerlemek gerekiyor. Bugün bu yeni örgütlenme tarzını “bileşenlik” ya da “ittifak” oluşumlarında görüyoruz. Farklı parti görünümlerinin, seksiyon oldukları; bileşen ya da ittifak oluşumlarının ise ancak parti olabildikleri gerçeği ile karşı karşıyayız. O nedenle, kendi keskinliğinde kalan keskin sirkeler olarak kalmaktansa, bizden farklı düşünen ve fakat ortak amaçlarda bir araya gelebileceğimiz seksiyonlarla bir araya gelmeyi ve bu bir aradanlığı uzun soluklu kılmayı öğrenmemiz gerekiyor.

            Karşıtlığımıza da bir ayar vermemiz gerekiyor. Örnekleyecek olursak, bulunduğumuz noktadan itibaren karşıtlığımızı dairenin çizgisi üzerinden ne kadar uzağa götürürsek, karşı olduğumuz noktaya geliriz. Bugün örneğin CHP içinde olup da muhalefet eden, örneğin Memleket Partisi ve Muharrem İnce tutumuna dönüşen çizgi böyle bir çizgi ki, varılacak yer AKP’den başka bir yere çıkmıyor. Nitekim DSP böyle bir süreç izledi ve Cumhur İttifakı yanında yerini aldı. O halde ilke, karşıtlık ya da düşmanlık dahi, "kararınca" olmalı. İşi şirazesinden çıkarınca, karşıtın ile aynı noktaya düşebiliyor, hatta aynı olabiliyorsun.

Keşke öyle olmasaydı

Karşıtlığımızın ayarını kaçırmamıza bir örnek vermek isterim: 1960’ların Türkiye İşçi Partisi (TİP) gibi bir parti varken ortada, sert rüzgarlara kapılarak ordan oraya sürüklendiğimiz, dönemlerde TİP'e yapmadığımızı ardımıza koymadık. Sol örgütler olarak yapmadığımızı bırakmadık, TİP i kendimiz sönümlendirdik. Diğer yandan İllegal yönümüz açısından Türkiye Komünist Partisi (TKP) gibi kökleri Mustafa Suphilere dayanan bir örgütlenme varken, çocukluk hastalığı yansıttık ve daha heyecanlı işler diye, kendi kendimize bindiğimiz dallarımızı kesip, budadık. Bugün 1. TİP olsaydı, Yeşil Sol Parti yerine onunla seçime girseydik, TKP yi de, ideolojik yönden geliştirseydik, örneğin bugün herkesin “doğrudan demokrasi, kadın hakları, ekoloji, LGBTİ+ hakları” demesi gibi, konularda programını geliştirebilseydik, Türkiye solunun durumu daha güçlü, deneyimli olabilirdi. Devlet de bu olmasın diye her tür yöntemi kullanarak elinden geleni yaptı. Tevkifatlardan sızma girişimlerine kadar. Buna karşı uyanık olamadık. “Sol Komünizm Çocukluk Hastalığı” uyarısını dikkate almadık. 1948 doğumlu Ertuğrul Kürkçü iyi ki yaşadı. Daha bir çok 70’li yılların rüzgarını bugünlere taşıyan insanlar iyi ki yaşadı ve onların deneyimlerini dinliyoruz. 1945-46 doğumlu Denizler, Mahirler ve Cevahirler ile birlikte yaşamış olsaydık, bir yandan 1. TİP, bir yandan TKP süreci atbaşı gitseydi, yanıltılmasaydık, yanılmasaydık, her şey daha da olgunlaşarak ilerleyebilirdi. Oysa hem TİP’e ve hem de TKP’ye sahip çıkarak, 2 li bir süreci işletebilir ve bugünleri daha iyi örebilirdik, geldik bugüne.

Renkler ve Pencereler topluluğunun haftalık söyleşilerinden geçmiş mücadele deneyimlerini bizimle paylaşan yol arkadaşlarımızın sözlerinin satır arasında bir özeleştiri olarak öne çıkıyor bu konu. Örneğin “Kurtuluş Kendini Anlatıyor” kitap dizisi de kısmen bunun bir özeleştirisi gibi. Özeleştiriye gerek yok, geldiğimiz durum ortada. İyi bir noktaya geldik. Bunu daha da geliştirerek sürdürmemiz gerekir. Hiçbir şey için geç değildir.

            Seçimlerdeki tutum

            “15 Mayıs'da çayları koyuyoruz!” başlıkla yazımda detaylarını açıkladım.[3] 14 Mayıs’ta sandığa gidiyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kemal Kılıçdaroğlu’na; parlamento seçimlerinde ise Emek ve Özgürlük İttifakı bileşeni Yeşil Sol Parti’ye oyumuzu veriyoruz. Neden böyle yapıyoruz? Cumhurbaşkanlığı seçiminde “boykot” öneren “keskin sirke”lerimize aldırmamayı öneriyorum. Çünkü cumhurbaşkanlığı seçimi ile “Tek adamı” değiştirmemiz gerekiyor. Parlamentoda da Anayasa’yı değiştirecek çoğunluğa kavuşacak düzeyde bir muhalefet yaratılması gerekiyor ki, “sistemi” değiştirebilelim. Çünkü, Anayasa m. 175/1'e göre, "Anayasanın değiştirilmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte biri tarafından yazıyla teklif edilebilir. Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki teklifler Genel Kurulda iki defa görüşülür. Değiştirme teklifinin kabulü Meclisin üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun gizli oyuyla mümkündür."    

               Neden ittifak partisinin merkez partisi konumunda olan, yani diğer bileşen partileri de bünyesinde meclise taşıyacak olan partiye oy vermeliyiz? Örneğin neden Emek ve Özgürlük İttifakı bileşeni partilerden Yeşil Sol Parti’ye oy vermeliyiz, sorusunun yanıtı, Milletvekili Seçimi Kanunu m. 33 ve 34’de gizlidir.

            O nedenle, Emek ve Özgürlük İttifakı ortaklığı ülke genelinde aşması gereken %7 oy oranına bir şekilde ulaşabilecektir. İttifaka verilen oylar, ülke barajında ortak değerlendirilebiliyor. Ama milletvekili çıkarılması konusunda ise, o seçim çevresinde seçime katılmış bütün partiler arasında değerlendirme ve dağılım yapıldığı için, her bir parti kendi aldığı oy oranında milletvekili çıkarabiliyor.

            Siyasi Partiler Kanunu ek 1. maddeye göre ise, ülke genelinde %3 oranında oy almış olan siyasi partilere, Hazine yardımı yapılıyor. İşte bu hazine yardımından yararlanmak amacıyla TİP, kendi logosu ile seçimlere katılmayı tercih ediyor. TİP’in başkaca gerekçeleri de var ama ana unsur, hazine yardımından yararlanmak olarak öne çıkıyor. Bu konuda haklı olabilir, şimdiye kadar takınılan tutum ve davranışlar yeniden gözden geçirilebilir. Örneğin neden bazı milletvekilleri için 2 dönem kuralı uygulanıp, bazı milletvekilleri için bu kural esnetiliyor, bunlar da konuşulabilir ama, 14 Mayıs’ta oylarımızı bir araya toplamak ve 1 tanesinin dahi boşa gitmesini önlemek için, ittifakın merkez partisinde bir araya gelmek durumundayız.

            Yapılan onca tartışmaya rağmen, Emek ve Özgürlük İttifakı iki parti logosuyla seçimlere katılma kararı aldı. İttifakın merkez partisi, yani diğer bileşenleri bünyesinde taşıyan parti ise Yeşil Sol Parti. O halde parlamento seçimlerinde de oylarımızı Yeşil Sol Partiye vermemiz gerektiği sonucu ortaya çıkıyor. 15 Mayıs'ta çayları yeniden koyuyoruz ve birbirimizi düşmanlaştırmadan bunları yeniden tartışıyoruz!

 

[1] https://www.ihd.org.tr/basorunu-ve-kesel-tutumlar/

[2] https://tr.wikipedia.org/wiki/Prekarya

[3] https://yesilgunebakan.net/makale/15-mayisda-caylari-koyuyoruz