Türkiye’nin Kahramanmaraş, Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Gaziantep, Hatay, Kilis, Malatya, Osmaniye ve Şanlıurfa; Suriye’nin İdlib, Halep, Hama, Lazkiye ve Tartus illerini etkisi altına alan, binaların yıkılmasına, ulaşım yollarının bozulmasına, insanların enkaz altında kalmasına, enkazda sağ kalanlara gerekli şekilde ve gerekli zamanda müdahale edilemediği için ölmesine ve yaralanmasına neden olan, 7,7 ve 7,6 ölçeğinde iki büyük deprem ile sayısız artçı depremlerin yol açtığı felaket karşısında, Türkiye 85 milyon insanıyla bütünleşti. Bütün dünya bu felakete sessiz kalamadı ve çeşitli ülkelerden kurtarma faaliyetlerine katılmak üzere arama kurtarma ekipleri, köpekler, mühendisler, sismologlar ve sahra hastaneleriile geldiler ve kurtarma çalışmalarına yardımcı oldular.[1]
Devletlerin, henüz siyasi tanıma gerçekleşmediği için, Birleşmiş Milletler ile İtalya dışında, Suriye’ye gerekli yardımı yapmaktan kaçındıkları görüldü.[2]
Bu tespitin verdiği ders, Türkiye’de halklarının, gerçek olmayan, hamasete dayalı suni çelişkileri bir yana bıraktığımızdabirlik, beraberlik ve barış içinde, kendi yarasını sarma konusunda dayanışma örneği gösterebildiği;iktidarların siyasi ikballeri için ülke insanlarını birbirine düşman gösterdikleri anlaşılmıştır. “Bir gece ansızın gelebiliriz!” tehdidi savrulan ve iç politikada kullanılan Yunanistan, öteden beri düşman bellenen Ermenistan deprem felaketinde Türkiye halkının yanındaydı.
Bir başka tespitimizde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yöneticileri deprem felaketi karşısında,“sessiz, duyarsız ve yetersiz” kaldı. Devlet depremi “iyi”yönetemedi. Bir an önce enkazları kaldırma girişimi ile depremin unutulması gayretkeşliği içine girildi, bu nedenle yurt dışından yardıma gelen insanlar, “Bunun bir parçası olamayız!” diyerek, bölgeden çıkıp, ülkelerine döndüler.[3]
Benim kuşkulandığım bir haberi siz de hiç düşündünüz mü? Depremden hemen önce, ABD, Hollanda, İsviçre, İsveç, İngiltere, Almanya, Belçika, Fransa ve İtalya, İstanbul konsolosluklarını kapattılar.[4] Bu devletler, depremi biliyorlar mıydı?[5]Bu soru bir kenarda dursun.
OHAL kararı
Depremin ilk günü gerçekleştirilmesi beklenilen kabine toplantısıyapılmadı, 1 haftalık milli yas ilan edilip, 8 Şubattan itibaren,10 ili kapsayan olağanüstü hal (OHAL) ilan edildi.[6]
Türkiye tarihinde üç kez genel olağanüstü hâl ilân edilmiştir. 1978 ila 1983 arasında sıkıyönetim olağanüstü hâl ile değiştirildi ve Kasım 2002'ye kadar yürürlükte kaldı. 20 Temmuz 2016'da Türkiye askerî darbe girişimi sonrasında Türkiye genelinde 3 ay süreyle olağanüstü hâl ilân edilip, 7 kez uzatıldı ve 18 Temmuz 2018'de tamamen kaldırılmıştı.
Olağanüstü hâl (OHAL), olağanüstü bir yönetim düzeninin gerekli olduğu doğal afet, tehlikeli salgın hastalık, ekonomik bunalım, kamu düzenini tehlike altına sokan yaygın şiddet vakaları gibi durumlarda, iktidarların başvurduğu bir uygulamadır.Uluslararası hukuk açısından bakıldığında, olağanüstü hâl durumunda özgürlükler ve haklar kısıtlanabilir. Örneğin bir hükûmet bir kişiyi yargılama olmaksızın alıkoyabilir. Kanunlarla belirlenmiş olan, temel özgürlükleri içeren "sınırlanamayan temel haklar"OHAL kapsamı dışındadır.[7] Ama uygulama pek öyle olmaz.
İktidarın “afet bölgesi” ilanı yapması mümkün iken, “OHAL ilanı” yapmasının arkasında ne var? OHAL’in TC mevzuatındaki yeri nedir? Maksat depremin yaralarını sarmak mı, yoksa bir yönetim sorunu mu var? Halkın öfke ve itirazlarına karşı Devlet sert yüzünü mü göstermek istiyor?
OHAL
1982 Anayasasına göre, olağanüstü yönetim usulleri, 119-122 maddelerinde düzenlenmiş ve sıra dışı yönetim şekilleri olarak sıkıyönetim, olağanüstü hâl, seferberlik ve savaş hâli kabul edilmişti.Başkanlık sisteminin getirildiği 16 Nisan 2017 anayasa değişikliği referandumu ile kabul edilen,[8]6771 syl. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile Anayasa’nın 119. maddesi başlığıyla birlikte değiştirildi, 120, 121 ve 122. maddeleri kaldırıldı.[9]OHAL’i düzenleyen Anayasa m. 119/1. fıkrasınagöre,
“Cumhurbaşkanı; savaş, savaşı gerektirecek bir durumun başgöstermesi, seferberlik, ayaklanma, vatan veya Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma, ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması, anayasal düzeni veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerinin ortaya çıkması, şiddet olayları nedeniyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması, tabiî afet veya tehlikeli salgın hastalık ya da ağır ekonomik bunalımın ortaya çıkması hallerinde yurdun tamamında veya bir bölgesinde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilan edebilir.” deniliyor.[10]
OHAL halinde, yurttaşlar için para, mal ve çalışma yükümlülükleri de getirilebiliyor. Ancak zaten yurttaşlar kendiliğinden dayanışma içinde bulunuyor. Fakat insanların temel hak ve hürriyetlerin nasıl sınırlanacağı veya nasıl durdurulacağı, halin gerektirdiği tedbirlerin nasıl ve ne suretle alınacağı, kamu hizmeti görevlilerine ne gibi yetkiler verileceği, görevlilerin durumlarında ne gibi değişiklikler yapılacağı ve olağanüstü yönetim usullerine ilişkin hükümlerOlağanüstü Hal Kanunu ile düzenleniyor.[11]Buna göre yurttaşların sıradan zamanlarda kullanabildikleri temel hak ve özgürlükleri kısıtlanabiliyor, emniyet güçleri ateş etme yetkisi kullanabiliyorlar. Bunun dışında ulaştırma ve haberleşme, 24 saat çalışma esasıyla nöbetçi memurluk için de ayrı kanuni düzenlemeler ile kanun hükmünde kararname imkanıvardır. Kanunla getirilen bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.[12]
“Anayasada[13] yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.” denilmesine rağmen, iktidarlar, OHAL’i kendileri lehine fırsata çevirmektedirler. Devamla, “Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.” Ancak, tam da bu düzenlemenin tersi uygulanmaktadır. Çünkü Devletin denetimi ortadan kalkmakta, suçu önlemekle görevli emniyet kuvvetleri, “yağma” ya da “hırsızlık”şüphelilerine aşırı güç kullanmanın ötesinde, açıkça işkence yapmaktadır. Buna dair çeşitli video yayınları, internet ortamında yer almıştır.[14]
Anayasa’ya göre,[15]“Savaş, seferberlik veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.”Ek olarak,“Temel hak ve hürriyetler, yabancılar için, milletlerarası hukuka uygun olarak kanunla sınırlanabilir.”[16]Ancak, “Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.”
OHAL bölgesinde, insanların masumiyet karinesi[17]ile özgürlük ve hukuki güvenlik hakkı[18]tanınmamakta, şüphelilere, emniyet güçleri kötü muamele ve işkence[19]gibi cezalandırma yapmaktadır. Bu da bize gösteriyor ki, hukuk ve temel haklar tamamen ortadan kalkmış durumdadır.
İktidarın eli
“Yağma” ve “hırsızlık” gibi mala karşı suçların dışında, iktidar sürekli toplumu manipüle etmenin bir yolunu hazırlıyor.
“Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” kenar başlığı altında,TCK’ya 217/A maddesi eklendi.[20]OHAL ortamında kullanıma elverişli bir kanuni düzenleme oldu. “Halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saiki ile gerçeğe aykırı bilgi yayma” iddiası ile herhangi bir şekilde düşünce, kanaat ve ifade hürriyetini[21]kullanan kişilerin suçlanmasına imkan getirildi.
Oysa düzenlemenin gerekçesinde de kabul edildiği üzere, “Düşünce ve kanaat (ifade) özgürlüğü, kamusal tartışma ve kanaat oluşumunu mümkün kılarak demokratik toplumun oluşmasına katkı sağlayan temel hakların başında yer almaktadır. İfade özgürlüğünün temeli ve zemini, doktrinde ‘fikirler pazarı’ olarak nitelendirilmektedir. Demokratik toplumun vazgeçilmezleri olan çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik; bireyin kendisini geliştirmesine, dolayısıyla toplumun ilerlemesine yol açan en temel gerekliliklerdir. Bu gereklilikler ise ifade özgürlüğünün alt yapısını oluşturmaktadır. İfade özgürlüğü, haber ya da bilgiye ulaşma hakkı, kanaat sahibi olma hakkı ve kanaati açıklama hakkı olmak üzere üç unsurdan oluşmakta ve bu alanları korumaktadır. Haber ya da bilgiye ulaşma hakkı; bireylerin iletişim araçlarını özgürce kullanabilmelerine, haber ve bilgi kaynaklarına kolayca erişebilmelerine ve fikirler pazarında yer alan farklı görüşler arasından diledikleri seçimi yapabilmelerine, böylece kendilerine ait (özgün) düşünce ve kanaatlerini oluşturabilmelerine imkân sağlamaktadır. Özünde, negatif statü haklarından olan ifade özgürlüğü, devletler için negatif yükümlülük getirmektedir. Bunun yanı sıra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının ve Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru incelemelerinin etkisiyle temel hak ve özgürlüklerin günümüzde ulaştığı seviye, ifade özgürlüğü bakımından devletlerin pozitif yükümlülüklerini de ortaya koymaktadır. Gelişmekte olan bu pozitif yükümlülüğün, özgürlüklerin önünü açmak ve geliştirmek yönünde olacağında şüphe bulunmamaktadır.”
OHAL döneminde kullanıma elverişli bir diğer“suçlama”, “terör örgütü propagandası suçu”dur.[22]Buna göre, “Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekildepropagandasını yapan kişi”lerin cezalandırılması mümkün olmaktadır. Emniyet ve savcılık birimleri insanları kolay bir şekilde, afaki yorum ve yaklaşımlarla, sahte ihbar ve deliller ya da gizli tanık yöntemiyle suçlayabilmektedirler.
Oysa gerekçeye göre, “AİHM, şiddeti teşvik edici nitelikte olmayan açıklamaların ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu belirterek, içeriğinde şiddete başvurmayı cesaretlendirici ifadeler yer almayan ya da kişileri silahlı isyana teşvik edici nitelikte olmayan açıklamalar nedeniyle bireylerin Terörle Mücadele Kanununun 7 nci maddesinin ikinci fıkrası çerçevesinde cezalandırılmasını ifade özgürlüğüne aykırı bulmaktadır.Yapılan düzenlemeyle, maddenin ikinci fıkrasında yer alan suçun unsurları yeniden belirlenmekte, maddeye ‘cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde’ ibaresi eklenerek suçun kapsamı AİHM standartlarına uyumlu hale getirilmektedir.” denilmiş ve açıkça cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterme şeklinde düzenleme getirilmesine rağmen, buna riayet edildiği görülmemiştir. Örneğin, herhangi bir siyasi örgütün amaçlarını kabul edebilirsiniz ancak cebir, şiddet ya da tehdit içeren yöntemlerini meşru gösteremezsiniz. Kanun bunu düzenlemesine rağmen, cezalandırmada en elverişli kanun olarak kullanılmaktadır.
Bir diğer elverişli “suçlama”, TCK’da “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” kenar başlığı altında yer almaktadır. “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden, … Halkın bir kesimini, sosyal sınıf, ırk, din, mezhep, cinsiyet veya bölge farklılığına dayanarak, … Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan”kişilerin cezalandırılması öngörülüyor.
Kanuni düzenlemenin gerekçesine baktığımızda, “Birinci fıkrada tanımlanan ‘Halkı kin ve düşmanlığa tahrik’ suçu, hukuk devleti olma standardı yüksek olan birçok ülkenin Ceza Kanunlarında yer almaktadır. Hiçbir devlet, vatandaşları arasında, muayyen özelliklere sahip bir kesiminin diğer kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa, öç almayı gerektirecek şiddetli nefrete yönlendirilmesine seyirci kalamaz.Öte yandan çağdaş dünyada, gelişmenin temel dinamiği olarak düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti kabul edilmektedir. Bu bağlamda; kişilerin düşündüklerini hür bir ortamda söyleyebilmeleri, demokratik toplumun varlığı için zaruri sayılan unsurlardandır.”
İktidarın elindeki elverişli “suçlama”dan bir diğeri de, “Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama” kenar başlığı altında TCK m. 301’de yer almaktadır.
HrantDink’in de cezalandırılmasını sağlayan bu maddenin gerekçesinde, “Millet, geçmişten beri bir arada yaşamış, şimdi de bir arada yaşama inancında, istek ve kararında olan; aynı vatana sahip; aralarında kültür, tarih ve ülkü birliği olan insanların oluşturduğu toplumdur. Bir toplumun millet olma özelliğini taşıyabilmesi için, üzerinde hayat sürdürebileceği vatanının bulunması; bireyleri arasında kültür ve tarih birliği ile aynı devlet çatısı altında yaşama arzusunu ifade eden ülkü birliğinin bulunması gerekir. Madde metninde kullanılan Türk Milleti ibaresinden anlaşılması gereken budur.” diye bir tanım getirilmiş ve “Eleştiri hakkı, kişinin belli bir vakıa hakkındaki düşüncesini açıklama hürriyetinin kullanılmasından ibarettir.Anayasamızda güvence altına alman ifade özgürlüğünün doğal sonucu olarak, eleştiri hakkının kullanılması suretiyle açıklanan düşünceler suç oluşturmaz. Yargıtay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarında da belirtildiği üzere, ağır, sert veya incitici nitelikte de olsa, eleştiri hakkı kullanıldığında kişiye yaptırım uygulanamayacağı, çoğulcu demokrasilerin vazgeçilmez bir gereğidir.Türkiye'nin de yargı yetkisini kabul ettiği Avrupa İnsan Haklan Mahkemesinin pek çok kararında vurgulandığı üzere, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 10 uncu maddesinde düzenlenen ifade özgürlüğü, demokratik bir toplumun en önemli temellerinden birini oluşturur. Bu özgürlük, bireylerin şahsiyetini tekamül ettirmesinin ve dolayısıyla, demokratik toplumun gelişmesinin temel koşuludur. İfade özgürlüğü, 10 uncu maddenin ikinci fıkrasının sınırlan içinde, sadece lehte olduğu kabul edilen veya zararsız veya ilgilenmeye değmez görülen haber ve düşünceler bakımından değil, aynı zamanda aleyhte olan, çarpıcı gelen veya rahatsız eden haber ve düşünceler bakımından da söz konusudur. İfade özgürlüğü bu kapsamıyla, demokratik toplumun olmazsa olmaz unsurları olan çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin gereğidir. Bunlar olmaksızın demokratik toplumdan söz edilemez.Ancak, hiç kuşku yok ki, ifade özgürlüğü mutlak ve sınırsız değildir. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine taraf olan devletlerde kanun koyucu, düşünceyi açıklama özgürlüğünü, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve Sözleşmenin 10 uncu maddesinin ruhuna aykırı olmamak koşuluyla, sınırlandırabilir. Ancak bu suretle belirlenen sınırı aşan açıklamaları suç olarak tanımlanabilir.” denilmiştir.
Kanunların iyi niyetlerle çıkarıldığı yansıtılır. Gerekçeler güzeldir. Cehennemin yolları da iyiniyet taşları ile örülmüştür. Peki uygulamada ne ile karşılaşıyoruz? Bu tür suçlamalarda, düşünce, kanaat, örgütlenme ve ifade özgürlüğüne dair temel insan hakları gözardı edilerek insanların okuduğu kitaplar, sosyal medya paylaşımları, internet üzerinden okudukları yayınlar, suçsuz olduklarına dair sosyal medya üzerinden yapılan destek mesajları dahi suç ve suçun unsuru olarak gösterilebilmektedir.
Yaşadığımız somut olaylarda bunları bizzat görüyoruz ama düzensiz duyarlılığımız kapsamında tepkiselliğimiz geçici olmakta, bir süre sonra bunları unutmaktayız. Hatta seçim günü içinde bulunduğumuz ruhsal durumumuz, geçmiş acılarımızı dahi içinde barındırmayabiliyor. İşte iktidarlar bunu bildikleri için, zaman zaman meydana gelme ihtimali olan halk hareketlerini bastırmakta ve halk da bir süre sonra bunu kabullenmektedir. Şimdi de OHAL yoluyla düşünce, kanaat ve ifade hürriyeti kapsamında haber paylaşımının da önüne geçilmiş oldu, interneti yavaşlattı, bazı sosyal paylaşım ortamlarına yasak getirdi.[23]
Oysa hak kullanmak suç ya da suçun unsuru değildir.[24]
Bütün otoriter ve totaliter savaşan devletler bunu böyle uygulamaktadır. O nedenle savaş ortamından derhal kurtulmamız ve özgürlükçü, çoğulcu, demokratik bir düzene geçme mücadelesi vermemiz gerekir.
OHAL’in sonuçları
Devletin hizmet ve yardım yanını öne çıkarmak yerine, ceberrut yanını öne çıkarması sadece Türkiye’ye özgü değil, bütün devlet organizasyonlarının taktik olarak izlediği bir yöntemdir. Cumhurbaşkanlığı sisteminde, cumhurbaşkanının yayınlayacağı bir kararname ile deprem bölgesinin afet bölgesi ilan edilmesi mümkün ve buna göre gerekli müdahalenin yapılması, mevcut yasal prosedürün de devletin gücünü yansıtmasına yeterli olduğu tartışmasız şekilde ortada. Zaten muhalefet partileri de, OHAL’in kanunlaşma görüşmesi sırasında, mevcut afet yönetimiyle ilgili yasal düzenlemeleri gündeme getirerek, OHAL’e karşı çıktı. Çünkü OHAL kararı ile sıra dışı şekilde hak ve özgürlükleri sınırlayıcı uygulamalar getirilecek, yasa niteliğinde kanun hükmünde kararname (KHK) düzenlemeleri ile devlet yönetilecek. Siyasal iktidar deprem nedeniyle halkın bir araya gelmesi, dayanışma üretmesi karşısında, bu seferberliğin kontrolü dışına çıkmasından korkuyor.
Deprem karşısında toplumun Devlet dışı örgütlü hareketi karşısında, Devlete olan güvenin zayıflaması ve halkın öfkesinin Devlet yönetimine yönelerek, iktidarı değiştirme girişimi göstermesi karşısında, iktidarlar bunu ber taraf etmenin çaresini ararlar. Örneğin Dünya’da sempati toplayan, başta Madonna gibi sanatçıların da güvenini kazanmış olan AHBAP ya da BABALA adı ile bir araya gelen sivil inisiyatifler, siyasi partiler ya da diğer halk inisiyatifleri, Devletin kurduğu Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD)’ndan daha etkin ve etkili göründüğü için, iktidar derhal buna karşı tedbir alma ihtiyacı duydu. İktidar ortağı parti genel başkanı AHBAP ve BABALA’yı hedef alan açıklamalar yaptı.[25]Hatta bir çok yardım, ulaşması gereken yere ulaştırılmadı, AFAD’a yönlendirilerek, sanki bu yardımlar AFAD tarafından yapılıyormuş gibi gösterilmeye çalışıldığına dair haberler yayıldı.
Bunun bir çok göstergesi oldu ve OHAL’in bir sonucu olarak, Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinde HDP'ninHasankoca Köyü'nde kurulan Kriz Koordinasyon Merkezi'ndeki yardım malzemelerine el konulmak ve “kayyum” atanmak istenildi.[26]
Örneğin OHAL, seçimlerin ertelenmesi gibi sonuçlar da doğurabilir mi? 2023 yılı seçim yılıydı ve cumhurbaşkanlığı ile milletvekilliği seçimleri yapılacaktı. İktidar, artık kesin olarak kaybedeceği bir seçime gider mi? AKP'nin seçimleri altı ay veya bir yıl ertelemek için Yüksek Seçim Kurulu’nu (YSK) devreye sokacağı iddia edilirken, konuya ilişkin eski TBMM Başkanı AKP'li Bülent Arınç'tan seçim için ilk “erteleme çağrısı” geldi. Bu konuda şüpheler iyice açığa çıktı ve seçimlerin ertelenmesi halinde, muhalefet partileri bunu bir “darbe” olarak değerlendireceklerini açıkladı.[27]
Sistematik tutum
Daha önceki bir yazımızda kullandığımız, Gediz Akdeniz hocamızın tezini burada da yer ettirelim:“Eğer ortaya çıkabilecek ürünün sistemi değiştirme veya sistemin iktidarına son verme tehlikesi varsa, sistem hareketlenmeye müdahale eder. Ya kurgular yaparak istemediği çekicinin üstünü örter ya da doğrudan olaya müdahale ederek kaotik hareketin istediği gibi sonlanmasına ve ürün vermesine çalışır. Bu bir çeşit kaos kontrol tekniğidir. Yani ortaya çıkan bu tip karmaşıklıktan istedikleri ürünü almak isteyeceklerdir. Ortaya çıkan ürün kendilerinin işine geliyorsa sahip çıkacaklar, ötekilerin işine geliyorsa imha edeceklerdir. Bu oluşum karmaşıklıkparadigması ile her boyutta ve her zaman aralığında geçerlidir.”[28]
“Bu karanlık günlerde Che’ye atfedilen ‘dayanışma ezilenlerin inceliğidir’ sözü aklımıza kazınsın.” diyen FotiBenlisoy aynı başlığı taşıyan yazısında[29], “Toplumsal dayanışma pratikleri, karşılıklı yardımlaşma ve örgütlenme inisiyatifleri muktedirleri daima tedirgin eder. Aşağıdan gelişen dayanışmaya karşı sakınımlı ve hatta düşmanca bir tutum takınılır. Birçok durumda da toplumsal dayanışmacı girişimler bastırılmaya, açık şiddetle ezilmeye çalışılır” tespitini yapıyor ve 18 Nisan 1906 tarihinde, yerel saatle sabah 5’de, 7,9 şiddetinde gerçekleşen San Francisco depreminde, halkın dayanışması karşısında, yönetimin tavrını örneklendirir.
San Francisco şehrinde yaşayan farklı etnik gruplar arasında daha önce yaşanmamış bir birlik ve kardeşleşme atmosferi karşısında yönetim ise bu dayanışmayı, “zapturapt altına alınması gereken bir kargaşa, muhakkak disipline edilmesi gereken itaatsizlik sınırındaki bir güruh”un örgütlenmesi olarak görür: “Kısa zaman sonra depremzedelerin temel ihtiyaç maddelerine ulaşma çabası ‘yağma’ ve ‘hırsızlık’ olarak damgalanır ve bunlar gerekçe gösterilerek kolluk güçlerine vur emri verilir. Bu emir doğrultusunda üç bin kişinin canına mal olan bir afetin hemen ertesinde kimi tahminlere göre yaklaşık 500 şehir sakini kolluk kuvvetleri tarafından infaz edilir.”
Benlisoy’a göre, “Depremler ülkede muazzam bir toplumsal mobilizasyonu, büyük bir karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma seferberliğini kışkırttı. Siyasal iktidar bu seferberliğin kontrolü dışına çıkması ihtimalinden korkuyor. Bu dalganın iktidarın yetersizliklerini, bu felaketin oluşmasındaki sorumluluğunu teşhir eden bir kuvvete dönüşmesi ihtimalinden endişe ediyor. OHAL ilanının en önemli nedenlerinden biri de zaten, depreme dair toplumsal dayanışmanın, aşağıdan inisiyatiflerin iktidarın kontrolü altına sokulması ve bastırılması.”
Zaman içinde Devlet’in ceberrut yanı daha iyi anlaşılacaktır. Dünya’dan ve Türkiye’den örnekleri görüldüğü üzere AHBAP ya da BABALA grubuna yönelik komplolar da muhtemeldir ki, yoldadır.
Ne yapılmalı?
Birlikte ortak akıl ile bir çok konu, bir çok yönden konuşulabilir. Deprem felaketi karşısında yurttaşlar olarak biz, kendi aramızda dayanışma ruhumuzu daha da arttırmalı, bunu sadece duyarlı ve fakat düzensiz bir davranış olarak değil, düzenli bir hareket olarak da örgütleyebilmeliyiz. Sosyolojik olarak topluma ve bireyin gönlüne doğru giden yolun buradan geçtiği muhakkak. Toplumsal ve siyasal bir talep olarak; Deprem bölgesinde evleri yıkılan, yıkılma tehlikesi altında bulunan insanlarımızın konut ihtiyacı karşılanmalı, ölen insanlar nedeniyle, geride kalanlarına davaya dahi gerek kalmadan tazminat ödenmeli, vergi, SGK gibi ödemeleri silinmeli ve kredi borçları ertelenmelidir. Acilen tüm Türkiye genelindeki ceza evlerindeki insanların yakınlarına kavuşmaları, ailelerinin yaralarını daha iyi sarabilmeleri için genel af çıkarılmalıdır. Özellikle Hatay Cezaevi’nde meydana gelen olaylarda öldürülen 3 mahkum ile yaralanan[30] diğer mahkumların zararları giderilmeli, geride kalan ailelerine davaya dahi gerek görülmeden tazminat ödenmelidir.
[5] https://www.jmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=44
[6]https://www.tbmm.gov.tr/Haber/Detay?Id=be132ba5-1c52-40b7-ae07-0186360b0083
Cumhurbaşkanlığı tezkeresi, TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi. Buna göre, Anayasa'nın 119. maddesi ile 2935 sayılı Olağanüstü Hal
Kanunu'nun 3'üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendine göre Kahramanmaraş, Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Gaziantep, Hatay, Kilis,
Malatya, Osmaniye ve Şanlıurfa'da 8 Şubat 2023 Çarşamba'dan itibaren 90 gün süreyle olağanüstü hal ilan edildi.
[9] Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, Kanun No. 6771, Kabul Tarihi: 21.01.2017, RGT: 11.02.2017, RG
NO:29976
[11] Olağanüstü Hal Kanunu, Kanun NO : 2935, Kabul Tarihi : 25.10.1983, R.G. Tarihi : 27.10.1983, R.G. NO : 18204
[13] Anayasa m. 14, AİHS m.17, 18
[15] Anayasa m. 15, AİHS m.15
[17] Anayasa m. 38/4, AİHS m. 6/2
[18] Anayasa m. 19, 38, AİHS m. 5
[19] Anayasa m. 12, 17, 19, AİHS m. 3
[20] 5237 syl. Türk Ceza Kanunu (TCK)’na 7418 syl. Kanunun 29. Maddesi ile eklendi, RGT: 18.10.2022 RG NO: 31987
[21] Anayasa m. 25, AİHS m.9, 10
[22]3713 syl. Terörle Mücadele Kanunu (TMK)’nun 7/2. maddesinde yer almaktadır.
[25] https://www.dunya.com/gundem/devlet-bahceliden-ahbap-ve-babala-tepkisi-haberi-685706
[28] https://www.gedizakdeniz.com/dosya/DuzensizDuyarliYildizTilbe.pdf
[29] https://ozguruniversite.org/2023/02/12/ezilenlerin-inceligi-rejime-karsi/
[30] https://www.evrensel.net/haber/481631/hatay-t-tipi-cezaevindeki-isyan-silah-sesi-hic-susmadi