Türkiye yeni bir deprem ile sarsıldı. Deprem oldu, binalar yıkıldı. İnsanlar depreme hazırlıksız yakalandı. Bir sabaha karşı, bir öğle saatlerinde gelen deprem, Türkiye’nin Güney doğu illerini, Suriye’nin kuzeydeki yerleşim bölgelerini vurdu.
Yüzyılın en büyük depremi diye nitelendirilen –Türkiye kısmı için- 10 ili kapsayan bu deprem ile yeniden acı içinde, denize düştük ve aramızdaki tüm çelişkileri unutup, birbirimize sarıldık. Hepimiz birer “Devlet”, “Hayırsever”, “Dayanışmacı”, “Tanrı” olduk. Emirler yağdırıyor, deprem bilgilerini mermi atar gibi paylaşıyoruz. Biryandan “bak ne kadar yardımseverim”ciler, bir yandan iyi haber yayarımcılar ama en kötüsü de “dolandırıcı ve sahtekarlar” cirit atıyor.
Devlet –merkezi ve belediyeler- bir yandan, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri bir yandan, tek tek bireyler diğer yandan yardıma duyarlılık gösteriyor. Örneğin Doğu Perinçek demiş ki, "Türk milletiyiz, acıyı kuvvete çevirmesini biliriz. Kenetleniyoruz. Devlet de var,
Hükümet de var, Ordu da var, Polis de var. En önemlisi büyük Türk milleti var. Yıkıntıların altından kalkacağız. Karamsarlık düşmanımızdır. Türkiye üstesinden gelecek ve büyük ufuklara yönelecek." Perinçek’in sözlerininin anlamını taşıyan benzer sözleri Devlet erkanının konuşmalarında da görüyoruz.
Ama insanlar, canlılar beton altında kaldılar. Kurtulabilenler kurtuldu, kurtulamayanlar öldüler. 1999 depreminden hiç ders alınmadığı anlaşılalı çok olmadı. İşte bu gerçeğin karşısında, Devlet ne yaptı?
Devlet de yeniden insanların cep telefonlarına iban numarası paylaştı. Hemen ilk elden olağanüstü hal ilanı yaptı. Deprem vergileri nerede, Özel Tüketim Vergisi adı altında alınan vergiler nerede, diye sormayacağız. Çünkü Devlet kasası tam takır. Para basmakla ve paranın değerini düşürmekle meşgul.
Peki biz ne durumdayız? Demokrasi sofrasında yeri olmayanlar, acı ve ölüm sofrasında birleşti. Üstelik cellatlarıyla. İnsanların da birbirine iban numarası, jenaratör alarak deprem bölgesine göndermeye çalıştığı, çeşitli yardım kampanyaları düzenledikleri görüldü. Ama öyle örgütsüzdük ki, müthiş bir dağınıklık gözle görüldü.
Demokrasi sofrası
Devlet, deprem felaketinde kendi üstüne düşeni yerine getirmemesine rağmen, hiç oralı olmayarak, üste çıkıp, herkesten önce sanki tek kurtarıcı kendisi imiş gibi öne çıktığında, aldığı vergileri gereği gibi harcamayıp, ölümde iban paylaşılırken, neden demokrasi arayışında polis copuyla karşılaşıyoruz? Dikkat edilirse deprem gibi felaketlere karşı hazırlık göstermeyen, gerçekleşme halinde yetersizliği açığa vuran ifadelere karşı Devlet, “sus”ulmasını istiyor, hatta yurttaşı tehdit ediyor.
Ölüm sofrasında birlikteyiz, hatırlanıyoruz. İtiraz etmeye kalkıştığımızda, demokrasi sofrasında ise otoriter iktidar ile karşı karşıya kalıyoruz. Öte yandan deprem felaketinde örgütlenen, bir araya gelen, birbirine çağrı yapan bizler, neden demokrasi sofrasından kovulduğumuzda ya da Devlet “bir”imize karşı otoritesini gösterdiğinde, bir araya gelmiyoruz?
Hepimiz çuvalın içindeyiz, herhangi birimizin ya da hepimizin kıçına bir mıh batırılmış. Bu çuvaldız ya da iğne de olabilir. Canımız yandığı için, en yakınımızdakine saldırıyoruz, “Sen yaptın!” düşüncesi ve önyargısı ile. Çuvalın içindeki kediler sendromundan çıkamıyoruz. Oysa ne çuvalın içine konulmamıza, ne de canımızın yanmasına yanıbaşımızdaki eşitimiz olan sıradan insanlar neden olmadı. Belki çuvalın içine atılmamıza sebebiyet veren nedenlere karşı direnç göstermediği için, her birimiz, diğerimizi suçlayabilir ama, kendimiz de gereği gibi davranmadığımız için, “içimizde en günahsız” yok.[1] O nedenle, “kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”[2]
Sendrom ya da belirgi, birbirleriyle ilişkisiz gibi görünen, ancak bir araya geldiklerinde tek bir olgu olarak kendilerini gösteren bulgular bütünü olarak tanımlanıyor.[3] Çuvalın içindeki halinle, bunlara çözüm bulamazsın. Önce bulunduğun yerden çıkmalısın. Bu çıkma hali fiziki bir hal değil, zihinsel bir haldir, sevgili kardeşim.
Demokraside yokuz
Hemen kısa bir zaman önce Japonlardan tutun da Hatay belediye başkanına kadar onca insanın uyarısını bu Devlet duymamış, dikkate almamış. 1999 depreminden bir nebze olsun ders çıkarmayanlar, 20 yıldır bu ülkeye bir şey yapmamış. Temel insan hakları ve demokratik devlet yönetiminde sıradan yurttaşlar olarak olmamışız, otoriteye boyun eğmişiz ve olan bitenleri kader olarak kabul etmişiz. Düşünce, inanç ve kanaatlerimizi bırakınız yaşamamızı, o kapsamda örgütlenmemizi, ifade etmemizi dahi istemeyen Devlet, yönetimde de yer almamıza izin vermiyor. Devlet’e müdahil olmak istediğimizde, demokrasiden pay almak istediğimizde, düşüncelerimizi ifade etmeye kalkıştığımızda, polisin copunu kafamızda bulmuşuz, yerimize oturmuşuz. Oturmayanlar depremden de beter acılara muhatap olmuşlar.
Acıda, ölümde Devletiz, demokraside, haklarda yokuz. Devlet yurttaşını bir türlü demokrasi ve haklar sofrasına almamış, yurttaşların da ezici çoğunluğu hiç itiraz etmemiş, biat etmiş durumda. Söz ve karar sahibi olmayan sıradan yurttaşlar, her nedense meydana gelen felaketlerde Devlet yerine yine kendileri koşmuşlar. Yani Devlet olmuşlar. Demokrasi sofrasında yeri olmayan yurttaşlar, Devlet olmanın böbürlenmesi ile felaketlerde öne çıkarak, yine en kahraman oldu. Ölüm ve acı yurttaşları birleştirdi.
Peki bundan kim nemalanıyor? Yani siyasi sonucundan kim faydalandı?
“Eğer ortaya çıkabilecek ürünün sistemi değiştirme veya sistemin iktidarına son verme tehlikesi varsa, sistem hareketlenmeye müdahale eder. Ya kurgular yaparak istemediği çekicinin üstünü örter ya da doğrudan olaya müdahale ederek kaotik hareketin istediği gibi sonlanmasına ve ürün vermesine çalışır. Bu bir çeşit kaos kontrol tekniğidir. Yani ortaya çıkan bu tip karmaşıklıktan istedikleri ürünü almak isteyeceklerdir. Ortaya çıkan ürün kendilerinin işine geliyorsa sahip çıkacaklar, ötekilerin işine geliyorsa imha edeceklerdir. Bu oluşum karmaşıklık paradigması ile her boyutta ve her zaman aralığında geçerlidir.”[4]
Tamam böyle zamanlarda bu tür hesaplar yapmayalım ama yapanlara ne demeli?
Devlet olmak
Demokraside, haklar sofrasında sana yer vermeyen Devlet, deprem felaketinde bırak kendi işini yapsın. Bir felaketin karşılayıcısı yurttaş olmamalı, Devlet olmalıdır. Savaşlar da öyledir. Savaş halinde yurttaşın sırtına binen Devlet yerine, önceden tedbir alan Devlet aranır. O Devlet yok ise, yurttaşın güveni kalmaz. İşte bu deprem, yurttaşın Devletine olan güvenini sarsmıştır. Çünkü ortada bir Devlet olmadığı görülmüştür.
Devlet yerine geçip, Devlet olmaya istekliyiz. Maden faciaları, doğal afetler, depremler, ilanihaye hangi felaket olursa hemen duyarlılaşıyoruz ve bu duyarlılıklarımızı yansıtıyoruz. Çünkü biz canlıyız, insanız ve düzenli olmayan duyarlılıkları, gelişen olaylar karşısında hemen gösteriyoruz.
Bir türlü bırakmıyoruz, demokrasi ve haklar sofrasına yurttaşlarını almayan Devlet kendisini bir göstersin. Acul davranacağız ve Devletten önce atılacağız. Onca gayretimize rağmen, tüm çırpınışlarımıza rağmen, işe yaramaz feveranlar içinde kalacağız. Ama yine de Devletten de devlet olacağız. Devlet iban yayınlarken, bizler de iban yayınlayacağız, yardım kampanyalarına katılacağız. Ortalık toz duman olacak. Devletlilerin televizyonları tüm yardımları kendilerinin yaptığını gösterecek. Bizlerin çırpınışları yine bir işe yaramayacak.
O halde en azından, Devlet olmaktan geri durmalı, “içimizdeki devlet”i öldürmeliyiz.
“Müebbet hapis istiyoruz!”
Sadece deprem ya da başkaca felaketlerde değil, doğaya karşı işlenen suçlar konusunda da Devletiz. Haziran 2021’de Stop Ecocide Foundation (Ekokırımı Durdurun Vakfı) öncülüğünde uluslararası uzmanlardan oluşan bir heyet, doğaya karşı işlenen suçların “ekokırım” suçu adı altında tanınmasını ve buna müeyyide öngörülmesini talep ediyor. Uzman heyet, “Çevreye ağır ve geniş çapta ya da ağır ve uzun vadeli bir biçimde zarara yol açmasının kuvvetle muhtemel olduğunun bilincinde, yasadışı veya keyfi olarak işlenen fiiller ekokırım suçunu oluşturur.” şeklinde tarif getiriyor.
Bu suçlara örnek olarak; fabrika bacalarına duman filtresi takılmaması, sıvı atık kanallarına arıtım başlığı takılmaması, maden çıkarırken ağır kimyasal kullanılması, petrol ve doğalgaz çıkarırken toprağa zarar verilmesi, yeraltı zenginliklerine sahip ormanlık bölgelerde santral kurulması, egzoz salınımı yüksek taşıtların üretilmesi, geri dönüşümü zor olan hızlı tüketim malzemelerinin piyasaya sürülmesi gibi fiiller veriliyor.[5]
Ekokırımın bir suç olarak tanınması halinde, insan merkezli yaklaşım yerine, doğa merkezli bir yaklaşıma adım atılması düşünülüyor. Ekokırımın, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin baktığı dört temel suça (insanlığa karşı işlenen suçlar, soykırım, savaş ve saldırı suçları) eklenerek beşinci suç olarak kabul edilmesi isteniyor. Ekokırım üzerine çalışan uzman heyeti, bu çalışma ile ekokırım suçunu Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) kurucu sözleşmesi olan Roma Statüsü kapsamında suç haline getirmeyi öneriyor.
Türkiye’de de “Ekoloji Hareketleri” adı altında ekoloji ve çevre örgütleri bir araya geldiler ve “Yurttaş Ekokırım Yasasını Yapıyor” kampanyası başlattılar. Kampanya ile ekokırım suçu nedeniyle faillerine,“müebbet hapis” cezası verilmesini talep eden bir yasa önerisini yurttaşların imzasına açtılar.[6] Ekosistemin bütüncüllüğüne yönelik saldırıların bir kırım halini aldığını öner süren Ekoloji Hareketleri, “idam cezası” yürürlükte olsaydı, muhtemelen “idam cezası” talep edeceklerdi.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine imza atan Devletler insaflı davrandı ve Türkiye de bundan geri kalamadı ve Türkiye’de “idam cezası” yürürlükten kaldırıldı. “İdam cezası” yerine, “müebbet hapis” cezası uygulanıyor. Bu nedenle zorunlu olarak Ekoloji Hareketleri de, TBMM Başkanlığına sunacakları teklifte, ekokırım suçlarına “müebbet hapis cezası” istiyor. İşte tam bir Devlet olma örneği.
Doğaya kim zarar veriyor?
Ekololoji Hareketleri, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun özel hükümler başlığı altında yer alan ikinci kitabın, “Soykırım ve İnsanlığa Karşı Suçlar” adlı birinci bölümün başlığını, “Soykırım, insanlığa ve gezegene karşı suçlar” şeklinde değiştirilmesini öneriyor ve “İnsanlığa karşı suçlar” kenar başlığı altında yer alan 77. maddeye yeni bir şekil verilmesini istiyorlar.[7]
Bu talebin çok masum, oldukça iyi niyetli olduğu açık değil mi? Şöyle bir bakın çevrenize, endüstriyalist bir sanayi, bunca enerji üretimi, savaşlar, güvenlik kaygıları uğruna doğaya zarar verenler kimler? Savaşlar da dahil, tümüyle doğaya zarar verenlerin kapitalistler olduğu açıkça ortada değil mi? Para kazanma hırsı ile hareket eden endüstriye enerji üretimi için petrol, doğal gaz, kömür, vb. faaliyetler yapılmıyor mu? Büyük barajlar, hidroelektrik santralleri (HES), rüzgar santralleri (RES) ya da jeotermal santraller (JES) ile enerji üretimi endüstriyel kapitalizm için değil mi?
Yurttaş olarak bizler, bu faaliyetlere, kendi nasırımıza acı vermediği sürece ses çıkarmadık. Akkuyu uzak, orada nükleer santral kurulması, kendimize zarar vermez diye düşündük. Alakır çayı ya da başka bir çayın üzerine kurulan HES’i, kurulan barajlarla suların yönlerinin değiştirilmesini, yaşam alanlarının boşaltılmasını umursamadık. Terör faaliyetine karşı önlem diye ormanların yakılmasını görmezden geldik.
Ruhsat kimden?
Bütün doğal felakatlere yol açan kötü binaların, tesislerin ya da ekokırıma yol açan tesislerin ruhsatını, iznini kim veriyor? Yasal mevzuatını kim hazırlıyor? Yani söyleyelim: Devlet.
Peki yurttaşlar olarak kendi aidiyetimizi hissettiğimiz Devlet’in bunları yapmasına karşı dururken, neden Devletin önüne geçerek, devlet oluyoruz da yurttaş olma bilinciyle hareket etmiyoruz. Yani demokrasi sofrasına almayan Devlet’e, neden felaketlerde üzerine düşen görevini yerine getirmesini beklemiyor, ona fırsat vermiyor, acul davranıyoruz. Çünkü duygusalız, dayanamıyoruz, ölüm ve acıyı paylaşmak istiyoruz. İyi de bu acıya, ölüme yol açan gerçek nedenin, demokrasisizlik, katılımsızlık, Devlet olmayı paylaşamamak yol açmıyor mu?
Bu izinleri veren, üç kuruşa doğaya zarar verilmesine neden olan, ülkesindeki insanları ile barışık hale gelmeyip sürekli güvenlik sorunu yaratan ve bunun üzerinden siyaset üreten Devletin bu durumuna dur diyeceğimiz, demokrasi sofrasında yer arayacağımız yerde, Devletten de daha devlet oluyoruz. Zihinsel olarak çuvalın içinden çıkmadan, bunlara dair akılcı bir düşünce, akılcı bir çözüm önerisi geliştirme imkanımız yok. Birbirimizi tırmalamaya devam ederiz hala.
Tuzak
Acıda, ölümde Devlet olma hali gibi, bütün bu hali yaratan Devlete rağmen, cezalandırma otoritesine akıl vermede de Devlet oluyoruz. Arenada “öldür, öldür!” diye bağıran cinnet halindeki seyirciler gibi. Burada ciddi bir tuzak var. Ekokırıma dair tanımlama ya da tartışmada, hak merkezli yaklaşım gösteriliyor. Oysa bu yol ile kapitalistlerin değil, yine gariban insanların cezalandırılmasına yol açacak kapılar aralanıyor.
Nasıl? Çünkü endüstriyalist kapitalizmin geldiği aşamada, artık gerçek kapital sahipleri, şirket yönetimlerinin başında değiller. Yani hiç çalışmıyorlar. Çalışanlar ya da tüketiciler, bir sermaye şirketinin icra kurulu başkanı veya yürütme kurulu başkanı ya da İngilizceden çevirisi ile yönetim ofisleri şefi (Chief Executive Officer, CEO), bir şirket, örgüt ya da acentenin en üst dereceli yöneticisi olarak işin başında olanı, yani bir başka manada patronu temsilen çalışanı “patron” olarak görüyorlar. Oysa bugün bu bir yanılgıdır; ceolar patron değil, üstelik en alt kısımda çalışan işçiden gerçekte bir farkı olmayan emekçi insanlardır.
Yönetim şeflerinin kendilerini diğer çalışanlardan farklı görmesi, tamamen bir yanılsamadır. Emeği ile geçinen ve bunun karşılığında ücret olan herkes işçidir, emekçidir, çalışandır. Örneğin maden ocaklarında meydana gelen kazalar sonrasında, kimler cezalandırılıyor? Bunu inceledik mi? Ocağın sorumlusu olarak görevlendirilen mühendisten başka, gerçekte kapitalist, yani ocağın elde ettiği karı alan kapitalist hakkında dava dahi açılmaz. Çünkü kapitalizm, şirketler eliyle, kendisini koruyacak sistemi kurar.
Kendi kafasına sıkarak intihar eden Cevher Özden, Banker Kastelli olarak değil, insan Cevher Özden olarak, kimseye borçlu değildi. Borçlu olan Banker Kastelli idi ve sermaye şirketiydi. Bu örnekte olduğu gibi, artık hiçbir sermaye şirketinde sermayenin sahibi herhangi bir sorumluluk sahibi değil. Özellikle uluslarötesi nitelikte olan ya da kurumlaşmış şirketlerin sahipleri sorumluluktan azade durumdalar. O nedenle istenilen müebbet hapis cezası bir ceonun kafasında patlar, o da kapitalistin verdiği üçbeş kuruşa tamah ettiği için, bu suçu işlemeye devam eder. Çünkü sistem böyle gidiyor. O halde gerçek hedef, kapitalizmi, işleyiş yöntemini değiştirmek iken, bu Devlet olma sevdası nedir?
DDİDD
Gediz Akdeniz hocamızın bir simülasyon[8] teorisi var.[9] “Düzensiz Duyarlı İnsan Davranışları Dinamiği, Kaotik Farkındalık Teorisi-Zuhur” (DDİDD), yani duyarlı olduğumuz, hoşumuza giden ya da bizi olumsuz etkileyen olaylar karşısında harekete geçme tutumu. Bu tutumu doğal felaketlerde, örneğin depremde gösteriyoruz. Yakın çevremizde ve özellikle bizim nasırımıza basan çevreye zararlı olaylar karşısında gösteriyoruz. Olay bitince ise dağılıyoruz. Yani “sorun çözüldü ya da yenildik veya yendik artık herkes evlere” diyoruz. Oysa Güneş Sistemi gibi, “karmaşık ama düzenli” bir örgütsel hayatımız olsa, bu “harç bitti paydos!” tavrımızdan, sürekliliğe girişebiliriz. Toplumsal yaşantımızda da böylesine bir düzen arayışındayız. Artık uzayı tam olarak göremesek de, Dünya’yı uzaydan tam olarak ve bütünüyle görebiliyoruz. O halde, buna bir de şunu eklemeliyiz; “Düzenli Duyarsız İnsan Davranışları Dinamiği”.
Hayatı örgütlemek için
Hayatı örgütlemek için, “Duyarsız Düzenli İnsan Davranışları” (DDİD) göstermek suretiyle, muhalefeti örgütleyecek bir parti ya da herhangi bir örgüte ihtiyaç var. Bu konuda en bilineni, parti örgütlenmesi. Ama şimdiye kadar parti örgütlenmeleri bize, Devlet gibi katılımı sağlamadığı, demokrasiyi yaşatmadığı, kendimizi ifade etmemize imkan vermediği için, iyi örnek olamadı.“Düzenli insani davranışlar sistem tarafından simülasyon mekanizmaları ile üretilmiş veya kendiliğinden ortaya çıkıp sistem tarafından normalleştirilmiş ürünlerdir. Bunlar sistemin içindedir, bunlar karmaşıklaşan dünyada sisteme karşı özgürleşme, yenilenme ve dönüşümler oluşturamazlar ve sisteme karşı hareketlenemezler.”[10]
Bu nedenle son zamanlarda, sistemin içinde görünse de, esasen sistemin dışında gibi davranan, normalleşmeyen, yenilenme ve dönüşüm oluşturabilecek, sisteme karşı “parti olmayan parti” arayışlarımızı, bir türlü hayata geçiremedik. Oralarda da yanılgı içine düştük. Sistemin içinde, sistem tarafından normalleştirilen insanların oluşturduğu örgütsel yapılar da, sistemin normal yapıları olmaktan öteye geçemiyor. Karşıtına benziyor. Çünkü “parti olmayan parti”yi zihinlere kazımadan parti yönetimine geçenler, karşıtlarından farklı davranamıyorlar. Parti yönetimine gelenler, bu ilkeyi unutuyor ve bilinen parti yöneticisi haline geliyorlar. Yani orada da Parti’den daha fazla parti oluyorlar.
Çünkü sistemden zihinsel bir kopuş gerçekleştirmemiş, sistemin içinde kalan, normal insanlar, sistemi yeniden üretiyorlar. Örneğin parti görevlerini belirli bir süre, değişerek (rotasyonla) yapma konusunda da mızıkçılıklar yer yer görülüyor. Örneğin bu konuda Alman Yeşilleri örnek oluşturuyor. Rotasyon vaadi ile göreve gelenler, nedense bu görevlere geldikten sonra, rotasyon kuralını unutuyorlar. “Mezarlıklar vazgeçilemeyen insanlarla dolu” olduğu halde, görevlerini bir sonra gelen arkadaşlarına bırakmıyorlar.
Türkiye’de bugün bütün örgütlenmelerin aşması gereken ruh hali bu durumdadır. Aynı durum gerisinde onca acılar, ölümler, işkenceler, mapusluklar bulunan Halkların Demokratik Partisi (HDP) örneğinde de yaşanıyor. İki dönem kuralı bir türlü isabetli bir şekilde yerine getirilmiyor, herhangi bir gerekçe ile ihlal ediliyor. Bunu Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan da aynı şekilde uyguladı ve 2 dönem kuralı bir türlü kendisine isabet etmedi. Çünkü hepsi sistemin içinde ve normal insan davranışı gösteriyorlardı.
Cumhurbaşkanlığı seçimi
Gündemimizde cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimleri varken, deprem faicası tümüyle gündemi değiştirdi. Deprem yaşanan illerde olağanüstü hal uygulamasına başlandı. Bunun sonu nereye varacak, göreceğiz.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde bile hepimizi “işeten”, usandırıcı bir siyaset izleyen, esasında hiçbir şey yapmasalar, iktidarın kendi kendisine yaptığı hataları ile gitmesi daha kolay olacakken, durmadan iktidara pas vermek suretiyle onun elini güçlendiren muhalefet, bu iktidarın devamının baş müsebbibi haline geldi.
Peki biz yurttaşlar, muhalefeti oluşturan, onlara oy verenler olarak, kabahatsiz miyiz? Örneğin yaşadığımız deprem felaketinde kusuru açık olan Devlet’i yöneten iktidar partisine karşı duruşumuzu “duyarlı düzensiz insan davranışı” olarak nasıl gösteriyoruz? Örneğin anayasaya rağmen, “Anayasayı tanımam!” diyenlere karşı ne gibi bir tutum alıyoruz?
Hem “duyarsız ve fakat düzenli bir örgütlenme”yi sağlıyor, hem de “duyarlı ve fakat düzensiz hareketler”imizi örgütlü şekilde ortaya koyabiliyor muyuz? İşte deprem faciası karşısında nasıl da çil yavrusu gibi dağınık kaldığımız, Devletten de devlet olma gayretkeşliği dışında bir “bok”a yaramadığımız açığa çıktı. Bunun farkına varmaktan, örgütlü olmadığımızdan, yeterli bilinçten yoksun kaldığımızdan da bi haberiz. Bu bilinçten yoksunuz. Çünkü çuvalın içindeki kediler gibiyiz. Onun için önce kendimizden başlayarak, “değişim” diyoruz.
Umuda kürek çekmeli
İşte bu nedenle, negatif düşünenleri, yılgınları, umutsuzları, kişisel husumetlerini siyasi ayrışmalara neden yapanları aşarak, yeni bir hayat, yeni bir algı ile küllerinden yeniden doğanlardan olmalıyız. Bütün uğraşımız, bulunduğumuz yerden, yapabildiğimiz, katabildiğimiz kadarıyla.
Umut her zaman var ve umut ölmedi daha. Örneğin şöyle bir düşünün, bütün siyasi oluşumlara kendimizi eşit uzaklık ya da yakınlıkta görüyoruz, tüm muhalefetin alternatif çözüm önerilerini, körün fili tarif etmesi gibi, doğru ama eksik buluyoruz, tümünün tarifi ile ulaşılan fil tarifini benimsiyoruz. Hiçbir küçük ya da büyük dükkana kendimizi ait hissetmiyoruz. İsteklerimiz hangi dükkanda ise gidip oradan alışveriş yapıyoruz. Hangisi ucuz, hangisi kaliteli, hangisi taze, hangisi sağlıklı ise, … bunun gibi düşünün. Kimse bize sahip değil, biz de kimseye sahip değiliz. Kendimizi tamamen özgürleştiriyoruz.
Bu özgürleşen insanların oluşturacağı yeni bir hava, atmosfer, yeni bir örgütlenme yaratabilir diye düşünüyorum. Çantada keklik oydaş olarak göründüğümüz için, kendimizi özgürleştiremediğimizden, edilgen bir demokrasi hayatı yaşıyoruz.
Bu sadece iktidar partilerinde değil, sol partilerde de var. Başta HDP, Emek ve Özgürlük İttifakı partileri, diğer sol ittifaklar, 6'lı Masa partileri de dahil hepimizi kendilerinin yönlendirebileceği, yöneteceği, onlara ün, şan, şeref, makam ve mevkii kazandıracak koyunlar olarak görüyorlar. O nedenle özgürleşmeliyiz. Özgürce doğru oy nasıl kullanılır, sorusunun yanıtını kendimiz verebilir durumda olmalıyız. Oysa hepimiz birer koyunuz, çuvalın içindeki kedileriz.
Kendimiz olalım
Nazım'ın dediği gibi, suçun çoğu bizde. Buna bir çözüm bulmalıyız. Başkasının çözümlerini tartışmaktan daha ziyade, kendi özümüze söz etmeliyiz. Kendimiz olalım, ama gerçek biz olalım. "Birleşmek" sözü, "tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet" ifadeleri gibi değil tabi ki. Çünkü tek doğru yoktur. Doğrunun sayısı sonsuzdur. Yani aklın yolu bir değil, birden çoktur. Zeka tekil değil, çoğuldur, sayısal olarak hesaplanamaz. Buradan hareketle “tekçi” fikir yanlış, “çoğulcu” fikir doğruya yakındır. Farklı düşünelim, kendimiz olalım, kendimiz için doğru olan ne ise onu seçebilir olalım.
Hoca Nasrettin'in kendi bindiği dalı kesen insan örneği gibiyiz. Bindiğimiz dalı kesiyoruz. Bu ne demek? Yoksul, emekçi, sokakta atık toplayarak geçimini sağlayan, cinsel tercihi, inancı ve kimliği nedeniyle ötekileştirilen, vs. insanlar, bu ötekileştirmeyi, olumsuzlamayı kendisine yapana aşık haldeler. Bundan kurtuluş gerçekleşmediği sürece, kurtuluş olmaz.
Dünya’nın diğer ülkeleri için de örnekler verilebilir, örneğin Türkiye'nin 84 milyon insanı, tüm mülteci ve göçmenleri ile özgür değil, kimi ev almış, kredisinden korkuyor, kimi aldığı yardımlardan, kimi inancını temsil ediyor diye, kimi muhalefet güçsüz diye, vs. korkularından korkarak, iktidara oy vermeye devam ediyor hala. İktidarın iktidarda kalmak için yapacağı seçim hilesi, vs. değil, bizim özgürleşemememiz yakacaktır bizi.
Hangimiz gerçekten özgürüz? Emeklilerin maaşını az arttırdı diye, EYT'lilere emeklilik hakkı tanıyacak diye, TOKİ aracılığı ile ucuz konut vaadi var diye, geçmişte gecekondu tapularında olduğu gibi, iktidar bu halk ile oynuyor. Halk da oynanmaya teşne vaziyette. Sıkıntı burada.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ne kadar insana para dağıtıyor, internetten bakınız. Bunu 3 ile çarpınız, celladına aşık insanlarımızı ekleyiniz, bir de dalkavukları eklerseniz, sonuç, yeniden Erdoğan iktidar çıkıyor. O nedenle, suç Erdoğan'da ya da diğer parti liderlerinde değil, suç bizde. Kendimiz koyunluktan bir türlü çıkamıyoruz.
Temel sorunumuz şu değil mi? "Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Çerkez, Roman, Alevi, Sünni, kadın, erkek, LGBT+ vb." Türk Kürdü, Kürt Ermeniyi, Ermeni Lazı, Laz Çerkezi, Çerkez Romanı, Roman Aleviyi, Alevi Sünniyi, Sünni kadını, kadın erkeği, erkek LGBT+'yı sevmiyor. Dedim ya, “Çuvalın içindeki kediler” gibiyiz. Bundan kurtulmadığımız, çuvalın içinde birbirimizi tırmalamaya devam ettiğimiz sürece, çuvalı elinde tutan, bizi istediği gibi yönetir. O nedenle, önce özgürleşmeli, kendi içimizdeki faşist, otoriter duygu ve düşüncelerden kurtulmalı, özgürleşmeliyiz.
“Bu tip karmaşıklık durumlarında sistem dışı davranışlar, sistemden özgürleşmeler, yeni dönüşümler, metaforlar oluşması yanında sistemlerin gerçek yüzü de ortaya çıkar. İktidarlarını kaybetmemek için ve sisteme karşı özgürleşmelere engel olabilmek için güç kullanmak dışında yapabilecekleri bir şey yoktur. Bu tip karmaşıklıklar -da- ancak modernite donanımlı iktidarların sonu olabilir. Bu karmaşıklıklarla modernitenin tutsaklığından kurtulabilinir. Küresel kapitalist iktidar –ancak bu şekilde- yıkılır.
Sonlarını engellemek için iktidarlar, örneğin küreselleşme boyutunda söylemek istersek; ellerindeki teknolojileri kullanarak, medyayı kullanarak, silahlarını kullanarak simülasyon mekanizmaları ile çekici noktalar oluşturmaya çalışacaklardır. Duyarlı düzensiz insani davranışlarla ortaya kendiliğinden çıkabilecek bu tehlikelere karşı önceden bir önlem olarak sanal çekiciler ortaya koyacaklardır.”[11]
Bunlara aldanmamalı, kendi gerçekliğimizi bulmalıyız. Sorun bizde. Biz değişmeliyiz, sistemin içinde olsak da, zihin olarak sistemden kopmalıyız; duyarlı düzensiz insani davranışlarımızı, duyarsız düzenli insani davranışlarımızın ifadesi örgütlerimizle bütünleştirmeliyiz.
[2] https://www.siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/dunyanin_en_tuhaf_mahluku.htm
[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/Sendrom
[4] https://www.gedizakdeniz.com/dosya/DuzensizDuyarliYildizTilbe.pdf
[5] https://www.novarge.com.tr/blog/ekokirim-sucu-nedir.html
[6] https://yesilgazete.org/cevre-mucadelesinden-dogan-ekokirim-yasasi-icin-meydanlarda-imza-toplaniyor/
[7] “Madde 1- 26/09/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun ikinci kitap-birinci kısım- birinci bölümün ‘Soykırım ve insanlığa karşı
suçlar’ başlığı ‘Soykırım, insanlığa ve gezegene karşı suçlar’ olarak değiştirilmiştir.
Madde 2- 5237 sayılı kanunun 77’nci maddesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki 77/A maddesi eklenmiştir.
Madde 77/A
1- Doğal ve kültürel çevrede insan ve diğer canlıların hayatını tehlikeye atmak, doğal veya kültürel varlıklar üzerinde ağır tahribata yol
açabilecek davranışlarda bulunmak yahut hukuka aykırı diğer bir fiil işlemek suretiyle bütün bir ekosistemde kıs vadede telafisi mümkün
olmayacak zarara yol açma tehlikesi doğuran kişiye müebbet hapis cezası verilir, aryıca suçun işlenmesinden elde edilen maddi menfaatler
ile bunların değerlendirilmesi veya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik kazancın on katı kadar adli para cezası hükmedilir.
2- Birinci fıkradaki suçun taksirle işlenmesi halindeyse 15 yıldan az olmamak üzere hapis cezasına hükmolunur, ayrıca suçun işlenmesinden
elde edilen maddi menfaatler ile bunların değerlendirilmesi veya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik kazancın beş katı kadar adli
para cezasına hükmedilir.
3- Ekokırım suçunun işlenmesi sonucu bütün bir ekosistemde kısa vadede telafisi mümkün olmayacak zarar meydana gelmişse, fail hakkında
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmolunur, ayrıca suçun işlenmesinden elde edilen maddi menfaatler ile bunların değerlendirilmesi
veya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkan ekonomik kazancın 20 katı kadar adli para cezasına hükmedilir.
4- Bu suçlardan dolayı tüzel kişiler hakkında da güvenlik tedbirine hükmolunur
5- Bu suçlardan dolayı zamanaşımı işlemez.”
[9] https://www.gedizakdeniz.com/
[11] https://www.gedizakdeniz.com/dosya/DuzensizDuyarliYildizTilbe.pdf