1985 yılında Mihail Gorbaçov'un birliğin başkanı olmasıyla, Glasnost (açıklık) ve Perestroyka (yeniden yapılandırma) olarak kendini gösteren politikalar sonrasında, 25 Aralık 1991 tarihinde Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'un istifa etmesinin ardından Sovyetler Birliği'ni[1] oluşturan cumhuriyetler bağımsızlıklarını ilan ettiler. 26 Aralık 1991'de Belarus, Ukrayna ve Rusya başkanları Sovyetler Birliği'ni feshettiklerini ve bunun yerine Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)'nun kurulduğunu açıkladılar ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağılmış sayıldı[2].
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının arkasında yatan nedenler oldukça fazladır ve bunların her biri ayrı ayrı ve uzun uzun tartışılabilir. İki adım ileri bir adım geri ulaşılan devrim salt bir yönetim değişikliği mi? Bu sorunun cevabını aramak ve ortaya çıkaracağımız cevaplarımızla, tarihin yolunda ilerlemek gerekiyor.
Paris Komünü gibi Sovyetler Birliği deneyimi komünistler için iki iyi örnektir. Paris Komün deneyimi ile Ekim Devrimi ve sonrasında yaşanılan önemli bir deneyimdir. Bunu tartışmıyoruz. Ancak sosyalizmin kendi çocuklanın kafasını yemesi ile sonuçlanan birden fazla örnek gibi, endüstriyalist ekonomik üretim tarzı, sosyalizme yeni bir ivme kazandırmamış, aksine sona doğru kaymasına neden olmuştur.
Devrim bir yönetim değişikliği mi?
“26 Nisan 1986 Çernobil kazası, Sovyet Sosyalizminin çökmesinin bir sonucudur.”
Sosyalist toplumda karışıklık ve güvensizlik yaratmak için uygulanan bir plan doğrultusunda sabotaj olarak da gerçekleştirildiği tezi de ileri sürülmektedir. Yani esasında teknik bir arıza değil, sosyalizme kurulan bir kumpasın yansımasıdır, deniliyor. Bunları henüz net olarak bilmiyoruz. Ancak bildiğimiz bir şey var ki, nükleerin kullanımı ve insanlığa vereceği zararın öngörülmemiş olması önemli bir hata olmuş, kapitalizm ile sosyalizmi aynılaştıran temel bir unsur olmuştur. Üstelik Çelyabinsk Oblastı (Rusya)’nda 29 Eylül 1957’de, Mayak Üretim Birliği’nde sıvı radyoaktif atığın soğutulamaması nedeniyle oluşan patlama nükleerin riskini açıkça ortaya koymuşken.
Bugün nükleer enerji santralleri Dünya’da insanlığı tehdit eden unsurlardır[3]. Türkiye de bu tehdidi kendi eliyle ve Rusya yardımıyla ülkesinde gerçekleştirmektedir.
Kapitalist modernitenin öngördüğünün, vaad ettiğinin ötesinde, yeni bir söz etmeyen devrim ve sosyalizm, salt meta üretimi ve paylaşımı, sosyal ve siyasal yapıların değiştirilmesi boyutunda kalınca, tek tek insanlığın zihinsel yapısında değişim ve dönüşüm gerçekleştirilemeyince, eski tarzın devamından ibaret bir üretim ve tüketim devam etmiştir. Çernobil Sovyetlerin sembolü olurken, Fukushima Daichi Nükleer Santrali’nde (Japonya) 11 Mart 2011’de meydana gelen kaza ile Three Mile Island Nükleer Santrali’nde (ABD) 28 Mart 1979’de meydana gelen nükleer erime, batının sembolleri olmuştur.
Sovyetler Birliği ile batı endüstriyalizmi arasında farklılık oluşmayınca, devasa devam eden endüstriyalist yarışta, tarafların birbirlerine kumpas kurmaları da kaçınılmaz olarak mümkündür.
Tabi ki Çernobil kazası bir sonuçtur ama nükleerin enerjide alternatif olarak düşünülmesinden kaçınılmaması da bunun başlangıcıdır.
Geride kalan
Koskoca “Sovyet toplumu”ndan geriye ne kaldı?
Kapitalist üretim ilişkileri devam ediyor. Sınıf ayrımı ortadan kalkmadı. Üretim toplumun tümünü içine alan geniş bir kuruluşun elinde toplanmadı, kamu iktidarı politik niteliğini yitirmedi. Yani Devlet sönümlenmedi.
Sınıflı ve sınıf çatışmalı eski burjuva toplumunun yerini, öyle bir toplum alacaktı ki, onda her bireyin özgür gelişmesi, bütün herkesin özgür gelişmesinin koşulu olacaktı. Henüz, Küba örneğini saymaz isek, böyle ideal bir düzen devam ettirilemedi[4]. Çin, Devlet kapitalizmi diye yeni bir argüman üretti ve bununla yeryüzünde ekonomide ön sıralara doğru ilerliyor. Ancak insanın mutluluğu için bütün bunlar yeterli argümanlar mı, üzerinde düşünmemiz gerekiyor.
O halde bugüne kadar görmezden gelinen ve sanki toplumsal değişim ve dönüşüme karşı unsurlar gibi algılanıp bir anlamda savaş içinde olunan anarşist görüşlerin tümden reddinin doğru olmadığı ortaya çıkmıştır. Özgürlükçü sosyalist, siyaset felsefecisi Murray Bookchin[5] bu konuda en dikkat çeken düşünürlerden birisi olmuştur. Türkiye’de Abdullah Öcalan’ın dahi eserlerinde Bookchin etkisi görülmektedir. Özellikle özgürlük arayışında, liberallerin bile gerisinde kalındığı, “ne kadar çok devlet, o kadar az özgürlük” gerçeğinin gözden kaçırıldığı açıktır. Yani mevcut bir devlet argümanına karşı mücadele ederken, yerine kaim edilen devlet argümanı, insanlara yeterli özgürlüğü sağlamamıştır.
1871 Paris Komünü deneyiminin sonrasında Karl Marks, proleteryanın kendi iktidarını oluşturamamasından dolayı yenildiği sonucunu çıkarmış ve buradan proleterya diktatörlüğü tezine ulaşmıştı. Çünkü devrimin başarısı için bu zorunluydu. Buna göre tahkim edilecek –devlet olmayan- devletten, proleteryanın düşmanlarından kurtulmak için yararlanılacaktı. Ancak böyle olmadı, bir tahakküm aracı yerine, bir diğer tahakküm aracının kaim olunması ile özgürlüğe varılamadı.
Geriye kaymanın esas nedeni, özgürlükten yoksunluk ya da özgürlüğe ulaşamama olmuştur. Kişisel özgürlüğü bir burjuva hilesi olarak görüp, bunun ancak toplum içinde mümkün olduğunu dile getiren, özgürlüğü toplumsal özgürlüğe indirgeyen tüm söylemler, otoriter bir dünya yaratacak ve temel amacı özgürlüğe ulaşmak olan insan da, buna daima itiraz edecek.
Esas sorun özgürlük
Gerçek tıkanma ekonomik, siyasi bir tıkanma mıydı, yoksa bunun daha da gerisinde asıl başka bir tıkanma mı söz konusuydu?
19. yüzyıl ile 21. Yüzyıl insanlığı aynı noktada değil elbette. Artık bugün bireycilerle kamucular, bireysel özgürlükçülerle toplumcular hep birlikte anladılar ki, bindiğimiz gemi su alıyor ve hep birlikte batıyoruz. İşte esas gerideki neden, özgürlükçü ekolojist bir perspektife sahip olunamamasıdır ve insanın insanlığını yitirmesidir.
Bu perspektif tek başına yeterli mi? Bu sadece bir unsur. Bunun gibi, temel insan hakları, bireyin özel hayat hakları, cinslerin eşitliğe ya da farklılığa dayanan hakları, çocukların ya da yetişkinlerin hakları, farklı inanç ve etnik ya da ulusal kimliklerin hakları gibi haklar yaygınlaşarak tanınmalıdır.
Sovyetler Birliği’nde ne eksikti ya da ne yoktu, bunlar da tartışılabilmeli, artık temel hakların kan
dökülmeden tanınması zihniyeti geliştirilmelidir. Çünkü özgürlüğü insan ve insan toplumuna özgü bir arayış olarak söylemleştirmenin ötesinde, evrenin amacı olarak da düşündüğümüzde, özgürlüğü tanımayan hiçbir siyasi hareket, insanlığın önünü açamayacaktır[6].
Emeğin ve doğanın sömürüsüne son
Komünistler emeğin ve doğanın sömürüsüne yol açan kurulu sosyal düzene karşı her türlü devrimci hareketi desteklerler. Komünistlerin burjuva mülkiyetine karşı kamucu, toplumcu, ortak mülkiyetten yana olan yaşam önermesinin yanında, bugün ekolojist perspektifin filizlendiğini, birey özgürlüklerinin tanındığını da görüyoruz.
O nedenle, “Emeğin ve doğanın sömürüsüne son!” verecek yeni bir sosyal düzenin zora dayalı olarak kurulacağı aşikar ama nasıl bir zor? Temel insan haklarını gözardı etmeyen, özgürlükçü, demokratik bir halk iktidarına varılacak yolda, nasıl bir hayat istiyorsak, bunun yolunu da öyle yürümek durumundayız. Burjuva mülkiyetine, otokrasiye son vermek için kullanılacak zor, çoğu yerde önce kendi çocuklarının kafasını yiyen bir zor haline gelmiştir. O halde bizim anladığımız zor, demokratik bir zordur.
Peki bugün sanayinin yerini alan üretim ilişkisi nedir?
Artık sanayi üzerine kurulu bir kapitalizmden söz edebilir miyiz?
Sanayi uygarlığının geldiği endüstriyalist aşamadan sonra, bugünkü üretim tarzı nedir? Bunu somut olarak ortaya koymak ve buna uyarlı bir yorum ve yaklaşım göstermek gerekir.
Bilgisayar endüstrisinin önderlerinden kabul edilen Steven Paul Jobs, Microsoft şirketinin kurucularından Bill Gates, Facebook'un kurucusu Mark Elliot Zuckerberg ya da Google'ın kurucuları ise Sergey Brin ve Larry Page’nin zenginliğinin arkasında ne yatıyor?
Yeni üretim ilişkileri, tüketim ilişkileri, Devletin dayandığı vergi sistemi nasıl bir seyir izliyor?
Bugün üzerinde düşünmemiz gereken konulardan bir kısmı da budur.
Dünya Demokratik Konfederal Birliği
“Dünya Anayasası Mümkün mü?” diye sormuştuk.
Birleşmiş Milletler Örgütü’nün[7] “Dünya beşten büyüktür!” teziyle eleştirildiği şu günlerde sorgulanmakta olduğunu biliyoruz. Yeryüzü devletleri kendi anayasaları doğrultusunda Anayasa Mahkemesi yargı denetimini uygulamaya doğru evrilmektedirler. Uluslararası sözleşmelerle kabul edilen temel hakların korunup denetlenmesi amacıyla oluşturulan uluslararası mahkeme ya da hakem heyetlerinin yetkisi devletler tarafından tanınıyor.
Bir çok ülke kendi içinde federatif halde örgütleniyor, bunu başaramayanlar ise bölünerek, yeni devletlerin oluşturduğu federasyonlar haline dönüşüyorlar. Sovyetler Birliği dağılsa da, bugün Rusya Federesyonu[8] gibi federasyon yönetimleri yeniden oluşuyor.
Devletler esnek siyasal formlar oluşturma çabasına girmekte ve bunun bir ürünü olarak Avrupa Birliği gibi bir devletler topluluğu ortaya çıkarılabilmiştir. Bugün Avrupa Birliğinin kent kent, eyalet eyalet ve devlet devlet ördüğü parlamenterist yapısı, federatif ve konfederatif birliklere doğru evrilme eğilimindedir.
Türkiye Komünist Partisi’nin de ilk programında federatif bir Türkiye öngörüsünden hareketle, bunun küresel çapta Dünya Demokratik Konfederal Birliği’ne doğru evrilmesi, en başta özgürlüğün ve doğrudan demokrasinin inşası ile mümkün bir yol olduğunu artık görüyoruz.
Dünya olduğu gibidir
“Dünya olması gerektiği gibi midir, yoksa olduğu gibi mi?”
Önce Dünya’yı olduğu gibi kavramak ve onun somut durumunu anlamak gerekir. Olduğu gibi kavradığımız Dünya’nın, var olan koşullarında, bizi mutlu etmeyen ne gibi yanları var? Mutlu olabilmemiz için Dünya nasıl olmalıdır?
İşte bu somutluğu ortaya koyduktan sonra, olması gereken Dünya üzerinde kafa yorabiliriz. Aksi durumda, Dünya’nın olduğu halini, bir vakıa olarak, olgu olarak ortaya koymadan, doğrudan olması gerektiği gibi olmasını istemek, bizi somut durumdan koparacak ve şizofrenik bir hale sokacaktır. Bunun üzerinden hamaset ve kahramanlıklar üretebilir ve gemi batarken kendimizi oyalayabiliriz. Bu bir kaderciliktir. Oysa biz bugünden, dünden alınan kararların yarın ki kaderimizi belirlediğini düşünüyor ve alınan bu kararları kendi görüşlerimiz yönünde etkilemeye çalışıyoruz. Görüşler, doğada tüm canlıların kendi arasındaki ilişki örgüsü gibi, çok çeşitli. Bu çeşitlilik kişinin çıkarları ile örtüşen farklı görüşleri ortaya çıkarır. Et oburlar, ot oburlar, biriktirenler, biriktirmese de önüne geleni boğup geçenler… İşte hayatımızı talancılar, yalancılar belirlerken, ihtiyacından dolayı çatışma halinde olduğumuz ve fakat bu Dünya’yı birlikte paylaştığımız ortaklarımız da belirliyor.
Doğadaki çoğulculuğu ele aldığımızda, insanların düşünce, inanç ve yaşam biçimi olarak da çoğulculuğun en uygun bir yaşam sunduğunu görüyoruz. Ama yöneticilerin bu çoğulculuğu yok ettiği ve bizi tekçi bir yaşama soktuğu açık. Dünya’yı olduğu halde, olması gerektiği bir hale getirmek için ise çaba gösteriyoruz. Düşünce ve programınız, geleceğin Dünyasını kucaklamaya hazır mı, doğanın içinde yer alan çoğulculuğu içinde barındırıyor mu?
Şizofreniden kurtulmak
Siyasi şizofreniden kurtulmanın esas yolu, “Dünyanın olduğu gibi” halini somut olarak algılamak ve değerlendirmelerimizi buna göre yapmaktan geçer. Olması gerektiği gibi düşünüp, olması gerektiği gibi olmadığı için, buna kızan ve her şeyi paramparça eden bir yaklaşımla, yeni bir dünya kurulamaz. Önce Dünya’yı olduğu gibi, olduğu haliyle algılayıp kabul edeceğiz ve bunu değiştirmek için de gerekli olan koşulların oluşmasını iyi değerlendireceğiz. Eğer belirli bir bilinç oluşmaz ise, belirli bir zaman yaşanmaz ise, belirli bir hava yakalanmaz ise, politikada iki iki daha dört etmez. Hatta çoğu zaman eksiye düşer. Bunu kavramayan siyasilerin intihar ettiğini, yaşamdan el ayak çektiklerini, tarumar olduklarını biliyoruz.
Fikri sabit olmayı da maharet saymak var bir de. Değişen hayat koşullarına uyarlı olarak fikirlerin de değişmesi mümkün ve muhtemeldir ki, bu kötü bir durum değildir. Eskiden “dönek” hakaretine kadar götürülen bu durum, yeni fikirlerin, yeni yöntemlerin geliştirilmesinin sürekli önünde bir engel oluşturmaktaydı. Hani bir de kolayca “hainleştirdiklerimiz” vardır. Eski yol arkadaşlarımız. Hiç acımadan tüm öfkemizi, kinimizi kusarız onlara, oysa esas savaşmamız gereken sistem ve onun argümanlarıyken, yol arkadaşlarımızla kavga ederiz durmaksızın.
En sağ yan
Siyasete soldan devam edeceksek, solun en sağ yanını belirlemek gerekiyor.
İnsanlığı kucaklayacak ve yeniden politika sahnesinde yerine alabilecek olan sol siyasi argümanların, en sağ ve en geri noktasının temel insan hakları olması gerektiğinin tartışmasız hale gelebilmesi gerekir. Burjuva demokrasisinin sağladığı özgürlük idesini reddeden, zamanla onu yok eden bir sosyalizm tahayyülü artık siyaset sahnesinde yer bulmakta zorlanacaktır.
Düşünürken, gözardı edilmemesi gereken temel haklar sorunu her zaman önümüzde durmaktadır. İnsanlığın zirvesinde kabul edilen insan hakları, en temel siyasi argüman olarak önümüzde durmaktadır. Her siyasi argümanın içselleştirmesi gereken İnsan hakları[9], tüm insanların sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerdir. İnsan hakları, ırk, ulus, etnik köken, din, dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm insanların yararlanabileceği haklardır. İnsan hakları, tüm insanların hak ve saygınlık açısından eşit ve özgür olarak doğduğu anlayışına dayanır. İnsan hakları, her bir bireye bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğü sağlar. Bu özgürlükler başkalarının haklarına saygılı olmak ve bu hakları çiğnememe zorunluluğu ile dengelenmektedir. Bir başka deyişle, birçok hakkın yanında bir sorumluluk da bulunmaktadır. İnsan hakları savunuculuğu, çalışanların durumunun düzeltilmesi, yoksullara yardım edilmesi, hayvan ve doğa haklarının tanınması için verilen mücadelenin, emeği ile yaşam sürdürenler ile sermayesiyle yaşayanlar arasındaki sınıfsal çatışmaya karşı duyarsızlıkla gerçeğe ulaşamaz. Tamam, temel sorun sınıflaşmanın sonlandırılması sorunudur. Ama bu sorun sadece bir iktidar sorunu değildir.
Bu noktada basit bir soru sormak istiyorum: İnsanlar yaşadıkları savaşlar, diktatörlükler, çatışmalar, hükümet değişiklikleri sonrasında nereye doğru ilerliyorlar, nereye doğru kaçıyorlar? Bugün insanlar Avrupa ülkelerine, ABD’ye ya da Kanada gibi ülkelere kaçıyor ya da sığınıyorlar. O halde neden? Eğer sorun sadece bir iktidar sorunu olsaydı, büyük insanlık Kuzey Kore gibi ülkelere doğru yönelirdi. Demek ki sorun sadece bir iktidar sorunu değil.
[4]Komünist Manifesto, Karl Marx, Friedrich Engels, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Mart 1976, syf.52-53
[6] Ali FIRAT, “İktidar ve Devlet; Politik Sözün Dolayısıyla Özgürlüğün Bittiği Yerdir.” Demokratik Modernite, Düşünce ve Kuram Dergisi, Ocak, Şubet, Mart 2022, sayı 38, syf.6