Hem sosyal hem de siyasal yaşantımızda en çok ihlal ettiğimiz insan hakkı insanların masumiyetidir. Esas olan suçsuzluktur. Suçsuzluk bir insanın masumiyetidir. Masumiyet suçsuzluğun işarettir. Herkesin masumiyeti esastır ve bu uluslarüstü bir karine olarak kabul edilir. Temel bir insan hakkı olan masumiyet karinesi, hangi yerde, hangi koşulda olursa olsun, güçlü şüphe altında olan kişiler yönünden dahi gözardı edilemez. Suçlanan kişi hakkında kesin hüküm kuruluncaya kadar suçsuzluğu esas kabul edilecektir. Kesinlikle ortaya konulamayan iddianın ispat edilememiş olduğu kabul edilecek, şüphe sanık lehine yorumlanacak ve kişi hakkında beraat hükmü kurulacaktır. İddianın ispatı, iddia edene ait bir yükümlülüktür. Ceza yargılamasında iddia makamı ile karar verecek olan mahkeme ya da hakim suçu ispat ederek ortaya koymak zorundadır. Kimse suçsuzluğunu ispat yükü altında olmadığı gibi, kendi leh ya da aleyhine bir beyanda bulunmak veya delil göstermek zorunda da değildir. Yani yargılamada sükut, ikrar değildir. Bir anlamda sükut inkardır. O nedenle halk deyişinde kabul edilen “Sükut ikrardan gelir!” deyişi, adalet sisteminde geçerli değildir.
Hukuki güvenlik hakkı
Hukuk devleti ilkesinin ön koşullarından biri, “hukuk güvenliği” dir. Hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılmaktadır. Bu bağlamda, önceden oluşmuş hukuksal durumların, sonradan yapılacak işlemlerle değiştirilmesi, hukuktan beklenen güvenle bağdaşmayacaktır. İdarenin ister düzenleyici işlem, ister bir taahhüt, isterse uzun süren bir uygulamasına güvenerek olsun, bireylerin çıkarlarına ya da lehlerine olan bir sonuca ulaşma umuduna da “haklı beklenti” denilmektedir.[1] Hukuki güvenlik hakkı, herkesin temel bir insan hakkı olup, bunu sağlayan en önemli araç, masumiyet karinesidir. Bu anlamda kişi özgürlüğü ve güvenliği ile masumiyet karinesi esastır.[2]
Anayasal dayanak
Öteden beri 12 Eylül darbe rejiminin ürünü olarak eleştirdiğimiz ve defalarca değişikliğe uğramış olan (2709 sayılı) TC Anayasası’nın “Suç ve cezalara ilişkin esaslar”ın ortaya konulduğu madde 38’in 4. fıkrasına göre, “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.” Aynı yaklaşım Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması” kenar başlığı altında yer alan 15. maddesinde de işlenmiştir. Hatta öyle ki savaş, seferberlik veya olağanüstü hallerde dahi kişinin suçluluğu bir mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar suçlu sayılamayacaktır. “Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü”nü düzenleyen Anayasa m.11 ise, “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.”demekle, Anayasaya aykırı düzenleme ve uygulamaların hukuken doğru olmadığı anlaşılmalıdır.
AİHS
Anayasa’da “Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma” kenar başlığı altında yer alan madde 90’a göre, Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır ve iç hukuk mevzuatında değişiklik getiren her türlü andlaşmaların yapılmasında da, bu kural uygulanır. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş veya yürürlüğünden sonra yetkili makam ya da organ tarafından fesih edilmemiş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır. Anayasanın yanı sıra masumiyet karinesini düzenleyen bir başka uluslararası sözleşme Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’dir. Türkiye bu sözleşmeyi 04.11.1950 tarihinde imzalamış ve 10.03.1954 tarih ve 6366 sayılı Kanun ile onaylamış, onay kanunu Resmi Gazete'de 19.03.1954 tarihinde yayınlanmış ve onay belgesi 18.05.1954 tarihinde Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine teslim edilmiştir. Bu tarih Sözleşmenin Türkiye bakımından yürürlüğe girdiği tarih olmuştur. AİHS’nde, “Adil yargılanma hakkı” kenar başlığı altında yer alan 6. maddesinin 2. fıkrasına göre de, “Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır.”[3]
Adil yargılanma hakkı
Anayasa'da "Hak arama hürriyeti" kenar başlığı altında yer alan m. 36/1'e göre, "Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir." Bunun bir yansıması olarak, AİHS m.6'da ifadesini bulan "adil yargılanma hakkı", 5237 syl. TCK. m.1'e göre, ceza kanunun "hukuk Devletini korumak" amacı, kıyasen 6100 syl. HMK. m. 27'de yer alan "hukuki dinlenilme hakkı" kanuni düzenleme olarak kabul edilmiştir.
Ceza yargılamasının amacı, maddi gerçeği bulmak, hukuku korumak ve “suçlu”yu cezalandırmaktır. Sanığa tanınan usulü güvencelerin tanınması ile sonuca gidilmesi, adil yargılanma ilkesinin bir gereğidir. Soruşturma aşamasında savcılığın, kovuşturma aşamasında ise mahkemenin sanığa tanınan usulü güvenceleri gözetmesi ve sanık lehine olan delilleri de toplaması gerekir. Adil yargılanma hakkı, bir temel hak niteliği taşımanın ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişilerin masumiyeti sadece yargı organı karşısında değil, her türlü idari ya da özel hukuk ilişkisinde de gözetilir. O nedenle kimsenin, diğer bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat etme hakkı yoktur. Bu kapsamda ifade özgürlüğü dahi, “demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması” için sınırlandırılabilir.[1]
Bireysel başvuru hakkı
Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır. Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme yapılamaz.[2] Masumiyet karinesinin ihlali her aşamada ileri sürülebilir ve kanun yolu itirazı olarak ileri sürülebileceği gibi, Anayasa ve AİHS’nde yer alan bir hak olarak bireysel başvuru konusu da yapılabilir. İç hukukta yer alan olağan kanun yollarının tüketilmesinin istisnası, adil yargılanma hakkı kapsamında makul süre ihlali başvurusudur. Bundan hareketle masumiyet karinesi ihlal edilen herkes, iç hukuk yollarını tüketerek, bireysel başvuru yoluna giderek hem ihlalin giderilmesini ve hem de tazminat talebinde bulunabilir.
Ceza yargılamasında bar sistemi
Herhangi bir kanuni düzenleme bulunmadığı halde, öteden beri bir alışkanlık olarak, ceza yargılamasında sanıklar, mahkeme salonunun orta yerinde bulunan ve etrafı çevrili barda tutulmakta, savunmalarını buradan yapmaları istenilmektedir. Bu uygulama daha başından sanıkların masumiyet karinesini ihlal eden, halka açık olan yargılamalarda izleyiciler tarafından, sanıkların suçlu gibi algılanmasına yol açan, hatta bu algıyı mahkeme üyelerine dahi sirayet ettiren ilkel bir uygulamadır. Masumiyetin korunması için, ceza yargılamasındaki bu ilkel uygulama derhal kaldırılmalı, sanık ya da hükümlüler de, aynı müşteki, davaya katılan ya da davacı gibi mahkeme salonun hakime göre sol tarafında, yani davalı yerinde durabilmelidirler.
Sanık ya da hükümlülerin yargılandıkları bir davanın soruşturma ya da kovuşturma aşamasında, avukat hizmetinden yararlanma hakları bulunduğu halde,[3] duruşma anında avukatları ile yan yana durmalarını önleyen bu uygulama, savunma hakkını kısıtlayan ve sanığın masumiyetini ihlal eden bir uygulamadır. Her ne kadar Adalet Bakanlığı, Avrupa Birliği (AB) ile işbirliği halinde bu uygulamayı kaldırmaya dair girişimlerde bulunmakta, uygulamanın nasıl olması gerektiğine dair adliyelerde afiş hazırlayıp tanıtım yaptığı halde,[4] duruşma düzenini sağlama görevi hakime ya da mahkeme başkanına ait olduğundan bahisle[5] duruşmaların fiziki durumuna dair bu sorun çözülememiştir. Bu sorun sadece duruşma düzeni ile ilgili olmayıp, sanığın müdafi yardımından da yararlanması sorunudur.
Kimi yerlerde hakim ya da mahkeme başkanları buna dair olumlu yönde yorum ve yaklaşım getirmekte ise de, genel uygulama henüz masumiyet karinesini ihlal eden yöndedir. İnsanlar yargılandıkları mahkemede teşhir edildikleri, doğrudan suçlu görüldükleri duygu ve düşüncesiyle duruşmalarını takip etmemekte, savunmalarını gereği gibi yapamamaktadırlar. Oysa Anayasa Mahkemesi’nde Yüce Divan yargılamasında, sanıklar avukatları ile yan yana, davalı yerinde durarak savunma yapabilmektedirler. Hukuken esas olan da, duruşma aşamasında sanığın müdafi yardımından yararlanmasıdır. Bar uygulaması aynı zamanda müşteki / katılan taraf ile sanık tarafı arasında eşitsizlik yaratan bir uygulamadır.
İnsan onuru
Sanığın adil yargılanma hakkı kapsamında, masumiyet karinesi, kötü muameleye maruz bırakılamayacağı, hürriyetinin tahdit edilemeyeceği, temel insan haklarının ihlal edilemeyeceği gözetilerek insan onurunun korunması, bu yönde etkin ve etkili başvuru hakkı tanınması gerekir.[6] Anayasa Mahkemesi henüz duruşmaların fiziki durumuna dair olumlu bir yanıt vermemiştir. Anayasa Mahkemesine göre insan onuru “insanın insan oluşunun insana kazandırdığı değer”dir.[7] Bireyi başkalarının ya da kendisinin gözünde küçük düşüren, insan haysiyeti ile bağdaşmayan veya onur kırıcı ceza ya da muameleye tabi tutulamayacağı açıktır. [8] “Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz.” Anayasa m.17’de yer alan bu düzenlemede geçen “insan haysiyeti” kavramı ile “insan onuru” kavramı aynı anlama gelmektedir. “İnsan haysiyeti” kavramı, insanın hangi şartlar altında bulunursa bulunsun sırf insan oluşunun kazandırdığı değer ve bu değerin tanınıp sayılmasını anlatır. Bu kavramın gelişmesi ile prangabentlik, teşhir, boyunduruk, dayak gibi cezaların kaldırılması mümkün olabilmiştir. Bu bağlamda, örneğin, işlediği bir suç nedeniyle bireyin dayak, teşhir vb. bedensel ceza ya da muamelelere maruz bırakılması insan onuruyla bağdaşmaz. İnsan onuruyla bağdaşmayan hareketler, mağdurda korku, ıstırap ve aşağılık duygusu yaratan ve onları küçük düşürecek ve alçaltacak nitelikteki, yapılınca insanı bir amaç olmaktan çıkarıp araç durumuna düşüren muameleler olarak belirlenebilir. Bu muamele kapsamında, mağdurun fiziksel veya moral direncini kırmaya yönelik uygulamalar veya mağdurun iradesi veya vicdanı hilafına hareket etmeye yönelten uygulamalar da bulunur.[9] Bu anlamda, duruşma anında da sanıkların bar içinde tutularak teşhir edilmesi, doğrudan "suçlu!" olarak görülmesine neden olunması, modern ceza hukukuna açıkça aykırıdır.[10] Nitekim e-duruşma sistemi geliştikçe, bu sorunların kendiliğinden çözümleneceği beklenilmektedir. Ancak ceza yargılamalarının yüzyüzeliği ilkesinin de uygulanabilmesi için duruşma anındaki durma yerine ilişkin bu sorunun çözümlenmesi gerekmektedir.
Karinenin üstünlüğü
Savunmanın değil, iddianın hukuka uygun delillerle kesin olarak ispatı gerekmektedir. "Masumiyet karinesi" güçlü bir karine olup, kişilerin temel insan hakkıdır. Masumiyet karinesinin üstünde, başka hiçbir karine yoktur ki, masumiyet karinesi ihlal edilebilsin. Masumiyet karinesi ancak kesin, objektif ve bilimsel delillerle ortadan kaldırılabilir. Suçsuzluk karinesi'nin sonucu olarak, sanığın suçluluğunu belirleyecek bütün suç unsurlarının ispat edilmesi zorunludur.[11] Böyle bir ilkenin kabul edilmesinin sebebi, bir suçlunun cezasız kalmasının bir masumun mahkum olmasına tercih edilmesidir.
Yargıtay’ın kabulüne göre, "Amacı, somut olayda maddi gerçeğe ulaşarak adaleti sağlamak, suçu işlediği sabit olan faili cezalandırmak, kamu düzeninin bozulmasını önlemek ve bozulan kamu düzenini yeniden tesis etmek olan ceza muhakemesinin en önemli ve evrensel nitelikteki ilkelerinden biri de, öğreti ve uygulamada; 'suçsuzluk' ya da 'masumiyet karinesi' olarak adlandırılan kuralın bir uzantısı olan ve Latincede; 'in dubioproreo' olarak ifade edilen 'şüpheden sanık yararlanır' ilkesidir. Bu ilkenin özü, ceza davasında sanığın mahkumiyetine karar verilebilmesi bakımından gözönünde bulundurulması gereken herhangi bir soruna ilişkin şüphenin, mutlaka sanık yararına değerlendirilmesidir. Oldukça geniş bir uygulama alanı bulunan bu kural dava konusu suçun islenip işlenmediği, işlenmişse sanık tarafından islenip işlenmediği veya gerçekleştirilme biçimi konusunda bir şüphe belirmesi halinde de geçerlidir. Ceza yargılamasının en önemli ilkelerinden biri olan <in dubioproreo> yani 'kuşkudan sanık yararlanır' kuralı uyarınca, sanığın bir suçtan cezalandırılmasının temel koşulu, suçun kuşkuya yer vermeyen bir kesinlikle ispat edilmesidir. Gerçekleşme şekli kuşkulu ve tam olarak aydınlatılmamış olaylar ve iddialar sanığın aleyhine yorumlanarak mahkumiyet hükmü kurulamaz. Ceza mahkumiyeti, yargılama sürecinde toplanan kanıtların bir kısmına dayanılarak ve diğer bir kısmı göz ardı edilerek ulaşılan ihtimali kanıya değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalıdır. Bu ispat, hiçbir kuşku ve başka türlü bir oluşa olanak vermeyecek açıklıkta olmalıdır. Yüksek de olsa bir olasılığa dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza yargılamasının en önemli amacı olan gerçeğe ulaşmadan, varsayıma dayalı olarak hüküm vermek anlamına gelir. Yani, toplanan delillerin bir kısmına dayanılıp diğer kısmı gözardı edilerek ulaşılan kanaate dayanılarak değil, kesin ve açık bir ispata dayanılarak, hiçbir şüphe veya başka türlü oluşa imkân vermeyecek açıklık sağlanmalıdır. O halde ceza yargılamasında mahkumiyet, büyük veya küçük bir olasılığa değil, her türlü kuşkudan uzak bir kesinliğe dayanmalıdır. Adli hataların önüne geçilebilmesinin başka bir yolu da bulunmamaktadır."[12]
İlliyet bağı
İlliyet (nedensellik) bağı, hukuki sonuç ile bu sonucu ortaya çıkaran olguların arasındaki bağı belirten hukuk bir terimidir. İlliyet bağı, failin ortaya çıkan bir sonuçtan dolayı sorumlu tutulabilmesinin ana unsurunu oluşturmaktadır. Sonuç ile fail arasındaki neden-sonuç ilişkisi ortaya konulmadan, sanığın cezalandırılması mümkün olmaz. İlliyet bağı kurularak ileri sürülebilen “isnadiyet” ise, normatif bir bakış açısıyla neticenin ve müeyyidenin faile yüklenmesidir. Bu kural, ceza hukukunda "objektif isnadiyet kuralı" olarak adlandırılır.[13]
Ceza sorumluluğu şahsidir.[14] Sanığın cezalandırılabilmesi için, eylem ile sanık arasında illiyet bağı bulunmalıdır. "İlliyet bağı"nda olduğu gibi, "isnadiyet" incelemesine dair de maddi ceza ya da usul hukukunda herhangi bir hüküm bulunmamaktadır.[15] Ancak, herkesin yalnızca kendi ürünü olan neticelerden sorumlu tutulacağı kuşkusuzdur. Ceza hukukunda, failin kendi eylemi ile neden olmadığı bir sonuçtan dolayı sorumlu tutulması söz konusu olmaz.[16] İlliyet bağı, hukukî sorumluluğun olduğu kadar, cezaî sorumluluğun da temel şartlarından birini teşkil eder.[17]
Lekelenmeme hakkı
Lekelenmeme hakkı, masumiyet karinesinin doğal sonucu olan bir haktır. Ceza yargılamasında sanığın en önemli haklarından biri olan lekelenmeme hakkı suç şüphesi nedeniyle hakkında soruşturma ya da kovuşturma yürütülen kişinin bu işlemlerden dolayı şeref ve haysiyetinin zarar görmemesi, toplum içindeki saygınlığının zedelenmemesi, hakkında henüz kesin hüküm verilmemiş kişinin masumiyetine zarar verecek, kişiyi toplum nezdinde mahkum edecek nitelikte her türlü davranıştan kaçınmak olarak tanımlanabilir.
Şüpheden sanığın yararlanması
Masumiyet karinesinin bir sonucu olarak, şüpheden, her zaman sanık yararlanır. ".. ceza yargılamasına hakim olan evrensel nitelikli 'şüphenin sanık lehine yorumlanması' ilkesi" evrensel bir ilke olarak kabul edilmiştir. Ceza yargılaması sonucunda mahkumiyet kararı için, suç oluşturan fiilin sanık tarafından işlendiğinin hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlanması gerekir.[18] Mahkeme, maddi gerçeği resen araştırma yükümünün bir sonucu olarak sanığın suçlu olup olmadığını, dosyadaki deliller ışığında araştırarak, suçu ispat etmek zorundadır. Bu ispat yapılamazsa, ispatı gereken olay şüpheli kalacak ve “şüpheden sanık yararlanır” ilkesi gereğince şüphe sanık lehine yorumlanacaktır. Eğer şüphe yenilir ve hukuka uygun delillerle sanığın üzerine atılı fiili işlediği ortaya konursa, mahkeme sanığın suçlu olduğuna karar vererek, eyleme uyan ilgili kanun maddelerini uygulayacaktır. [19]
AİHM delil değerlendirmede hakimin taktir yetkisini de, “hakkaniyet kuralını ağır bir biçimde ihlal eden veya keyfi bir nitelik taşıyan sonuçlar çıkarıp çıkartmadığı” noktasından incelemektedir.[20] Muhakemenin sonunda, ortada şüphe kalmışsa, ancak bu şüpheler sanığın mahkûmiyetine yeterli gelmiyorsa, bir başka deyişle delillerin, mantığın ve akıl yürütmenin gösterdiği gerçek, sanığın mahkûm olmasına yetecek bir kanaate ulaşmaya yetmiyorsa “beraat”kararı verilmelidir.[21] Zira, ihtimali düşüncelerle aleyhe sonuçlar çıkarılamaz.[22]
Bundan hareketle, her şeyden önce özgürlüğe ve başkalarının acılarına duyarlı olan politik insanların, masumiyet karinesine özen göstermesi gerekir. Ama masumiyet karinesi yazılı ve görsel basın tarafından açıkça ihlal edilirken, politik taleplerde de masumiyet karinesi açıkça ihlal edilmekte ve insanlar lince tabi tutulmaktadır. Bir hak, bir başka hakkın görmezden gelinmesine neden olmamalıdır. Her şeyden önce “yargı”, yargıya bırakılmalıdır.
[3] 5271 syl. CMK m. 149/1-3, 154/1,
[4] Adalet Bakanlığı’nın Avrupa Konseyi ile birlikte yürüttüğü ve Avrupa Birliği tarafından finanse edilen Türkiye’de Mahkeme Yönetimi
Sistemine Destek Projesi, 01.12.2007-30.11.2009 tarihleri arasında 5 pilot adliyede uygulanmıştır.
[5] CMK m.192/1, 203/1, HMK m. 151,
[6] Anayasa m.17/3, 36, 38, BM. İHEB m 2, 11/1, AİHS m.3, 6, 13
[7] Anayasa Mahkemesi’nin 08.11.2006 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 25.11.2005 tarih, 2000/34 E. ve 2005/91 K. sayılı kararı.
[9] Yine Anayasa Mahkemesi’nin 06.02.1967 tarih ve 12520 nolu Resmi Gazetede yayımlanan, 27.12.1965 tarih ve 1965/41-66 sayılı kararı,
[10] 10.02.1984 tarihli, İşkenceye ve Diğer Zalimane, Gayriinsanî veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 16. maddesi, bu sözleşmede taraf devletlere yüklenen yükümlülüklerin “işkence derecesine varmayan diğer zalimane, gayriinsanî veya küçültücü muamele veya ceza gibi fiiller” açısından da geçerli olduğu kabul edilmiştir. TC. Devleti ayrıca, 26.11.1987 tarihli, İşkencenin ve Gayriinsanî ya da Küçültücü Ceza veya Muamelenin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesini de onaylamıştır.
[11] Sulhi Dönmezer, “Suçsuzluk Karinesi Üzerine Düşünceler”, Prof. Dr. Nurullah Kunter’e Armağan, İstanbul 1998, s.70
[12]YCGK’nun 1993/6-81 esas ve 19.04.1993 tarihli 1993/110 karar sayılı kararı, 20.12.1993 tarihli, 1993/301-338 E-K. ; 2010/10-144, 26.10.2010 tarihli 2010/213 K.; 2011/10-159 E., 04.10.2011 tarihli 2011/202 K.; 2011/10-64 E., 26.04.2011 tarihli 2011/69 K.; 2012/14-1396 Esas ve 28.05.2013 tarihli 2013/268 K; 2014/10-613 E., 10.03.2015 tarihli, 2015/35 K. sayılı kararları.
[13] GÖKTÜRK, Neslihan / ÖZGENÇ, İzzet / ÜZÜLMEZ, İlhan: Ceza Hukukuna Giriş, Ed: İzzet ÖZGENÇ ve İlhan ÜZÜLMEZ, Anadolu
Üniversitesi Yayını No: 2476, ISBN 978-975-06-1145-2, 1. Baskı, ESKİŞEHİR, Mayıs 2012, s. 23-24
[14] Anayasa m.38/6, 5237 syl. TCK m. 20/1,
[15] (Hakeri, H. (2013). Ceza Hukuku Genel Hükümler, Ankara: Seçkin Yayıncılık, s. 165; Dönmezer, Maddi Sebebiyet Alakası, 89; Hakeri,
H. (2005). Sorularla Ceza Hukuku, Ankara: TBB Yayınları, s. 54,
[16] Von Tuhr-Siegwart, I, sh. 79-80; Enneccerus-Lehmann, sh. 60; Becker, Art. 41, No. 11; Oftinger, sh. 56; Esser, sh. 298; Larenz, I, sh. 313. Bydlinski, sh. 7; Bürgi, sh. 13, James, sh. 17; Giovannoni, sh. 251; Le Tourneau, sh. 142; Mazeaud - Tunc, sh. 407-408, Tandoğan, Responsa bilité civile, sh. 61; Gürsoy, sh. 300; Birsen, sh. 188; İnan, sh. 394; Berki, sh. 125; Safa Reisoğlu, sh. 108; Seza Reisoğlu, sh. 46.
[17]Staudinger-Werner, sh. 15-16 No. 21; James, sh. 18, No. 1; Kunter, sh. 142; Dönmezer-Erman, sh. 518, Erem, sh. 287.; Alacakaptan, sh.81,
[18] Anayasa m.38/4, AİHS m.6/2, İHEB m.11, MSHS m.14/2; Y. 5. CD 2013 / 14088 esas ve 21.01.2015 tarihli 2015 / 1487 karar,
[19] CMK m. 223/5. fıkrası; “Yüklenen suçu işlediğinin sabit olması halinde, sanık hakkında mahkûmiyet kararı verilir.”
[20] Friedrich Christian Schroeder/Feridun Yenisey/ Wolfgang Peukert, Ceza Muhakemesinde ‘Fair Trial’ İlkesi, İstanbul 1999, s.40
[21] Günal Kurşun, Ceza Muhakemesinde Hüküm, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalı Doktora Tezi,
Ankara, 2011, s.166
[22] Faruk Erem, Ceza Usulü Hukuku, 5. Bası, Ankara 1978, s. 161,
[1] Danıştay 16. Dairesince verilen yürütmenin durdurulması isteminin reddine ilişkin 01/07/2015 günlü, E:2015/14396 sayılı karara dair, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun Yürütmeyi Durdurma İtiraz No: 2015/1134 sayılı kararı,
[2] Anayasa m.11, 12, 13, 14, 17, 20, 26/2, 28, 32/1,36, 40, TCK. m.128, HMK.m.213, TMK. m. 24, 25, BK. m.41, TBK.m.49, BM. İHEB
m.12, Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi m. 17, AİHS m.1, 8, 9, 10/2, UNESCO'nun 2005 yılında kabul ettiği, Biyoetik ve İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi m.3, 9, 10, 11.
[3] Aynı kural Medeni ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşme m.14/2’de de yer almaktadır.