Cömert MİRZA

Cömert MİRZA

comermirza@yesilgunebakan.net

Renklerin büyüsü

Yaz tatili geçti gitti. Bildiğiniz, yaşadığınız gibi. Yani kurak, bol yangınlı ve gene Coronalı. Sizlere iç karartıcı konudan ziyade bir sanatçı ile yaptığım söyleşi ile merhaba demek istiyorum. Berlin’de büyüyen ve okula giden Ressam Filiz Demirbolat bu sayfanın konuğu. Filiz’in öyküsünü birlikte okuyalım.

Filiz’le küçük, yapay bir gölün kenarında bulunan kahvenin bahçesinde, çakıl taşlarının üzerine konmuş hantal tahta masalardan birinin sıralarına karşılıklı oturmuş, önümüzde kahvelerimiz ‘renklerin büyüsü’ üzerine sohbet ediyoruz. O sigarasını yakıp, havaya savurduğu dumanın bıraktığı izi birkaç saniye takip ettikten sonra, benim aklımdan geçen soruyu bilmiş gibi,

‘İlk övgü aldığım resmim bir üzüm salkımı. Mersin’in köylerinde bol miktarda üzüm ve diğer meyveler yetişir. İlkokul dördüncü sınıfta olacağım.Yeni gelen öğretmen bize üzüm salkımı resmi çizdirirken, en güzelini kim çizerse onunkini tahtaya asacağını da ekledi. Ben sıkılgan biri olduğum için, resmimi öğretmene göstermek istemedim. Diğer çocukların çizdiklerini kontrol ettikten sonra, elimle üstünü kapattığım defteri eline alıp, dakikalarca baktı ve sonunda sınıfa dönerek, ‘bu resimdeki çizgilere, ışığa, tanelerin yerleştirilmesine iyi bakın. Bu çizim sınıfın en iyi üzüm salkımı’ diyerek, benim yüzüm kırmızılaşırken o eserimi tahtaya astı ve bir hafta orada kaldı.’

Gene kısa bir sessizlik. Göle iki ördek iniş yapıyor. Masaların arasında dolaşan garson boşları topluyor. Yan masada yaşlı bir Alman çift, ellerinde meyve suları oturuyor. Kahvemden bir yudum alıp, Filiz’e aklımdan geçenleri okuma fırsatı vermeden atılıyorum,

‘İşte resim yapıyorum demen ne zaman başladı?’

Gülümseyerek cevaplıyor.

‘Ben hep resim çizdim. Senin sorunun karşılığı olması için biraz gerilere gitmek gerekiyor. Ben mesleki olarak çocuk eğitimcisiyim. 2005 yılında Berlin’e çok sayıda genç ilticacı geldi. Hepsi de on sekiz, yirmi iki yaş arasında. Ancak, kendilerinin en fazla onbeşlerinde olduklarını iddaa ediyorlardı. Eğer talepleri kabul edilip, kalabilirlerse ailelerini de getirebileceklerdi. Bu gençlerin yerleştirildikleri yurtlardan birinde görevliydim. Geceleri, ortalık sakinleşince, zaman geçsin diye karakalem, boyalı kalem demeden resim yapıyordum. Gene böyle bir gece, birden  bitişikteki şefin odasından genç bir kadının bağrışları geldi. Odaya gittim hemen. Filistinli bir kız, henüz üç ay olmuş geleli, iyi bir Almanca ile yurt sorumlusu ile tartışıyor. Ben de onları izliyorum. Kızın dalgalanan saçları, kara gözleri ve hiddetten yüzünün girdiği şekiller beni duygulandırdı. Oturdum o gece,’benim Mona Liza’m’ dediğim karakalem portreyi çizdim.’

Filiz yeni bir sigara yakarken, resimle ilgilenen bir annenin çocukları üzerinde etkisini merak ediyorum. Sigarasından bir nefes daha çekip, önündeki bardaktan bir yudum su içtikten sonra, beni daha fazla bekletmeden söze giriyor.

‘Hem de nasıl etkiledim! Kızım sürekli beni motive ediyor. Kendisi de üniversitedeki derslerden zaman buldukça resim çiziyor. Oğlum ise iyi bir grafitici oldu çıktı...’

Konuşmamız sürerken, elinde sokakta dilenenlerin sattığı ve onların durumuna yönelik konulara değinen‘dert gazetesi’ diye tabir edilen dergiyi elinde tutan orta yaşlı bir Roman kadın yanıbaşımızda bitiyor. Bir dergi alalım ya da elindeki kutuya para bırakalım diye başımızda birkaç dakika dikildikten sonra, masaların arasında kayboluyor. Filiz’in yarıda kalan konuşmasını sürdürmesi için yeniden devreye giriyorum.

‘Renklerin senin üzerindeki etkisi nasıl, bu benim rengim diyebileceğin biri varmı?’

‘Renk...’

‘Eine kleine Spende bitte-Lütfen k üçük bir sadaka,’ diyen bir ses kesiyor sözü. Aniden yanıbaşımızda gökten düşmüş gibi genç bir erkek Alman, evsiz barksız olduğunu kısa bir nutukla tamamladıktan sonra, bizden iş çıkmayacağını anlayıp başka tarafa yöneliyor. Konuşmamızın peş peşe kesilmesine bir süre gülüyoruz.

‘Renkler arasında eşitliğe dikkat ediyorum...her renk beni resim sona erene kadar büyülüyor ancak, kırmızı ve siyaha biraz daha müsamaha gösteriyorum.’

‘ Yarı anarşist diyelim mi?’

‘Eh o kadar da olacak,’ diyerek çoktan soğumuş olan sütlü kahvesine uzanıyor. Kalkma zamanı geldi. Son bir soru ile sohbeti bitirmek gerek.

‘Sergilere katılım nasıl gidiyor?’

Soru ile karşılık veriyor.

‘Son sorun değilmi?’

‘Gene içimden geçeni okudun,’ diye cevaplıyorum.

‘Elbette, yeni bir kahve istemediğine göre, sona geldin. Şimdiye kadar iki tane kişisel sergi Berlin’de, Ekim 2016, İstanbul Rama Sergi Salonu’nda kişisel gene Ekim 2017’de Nişantaşı-Teşvikiye’de karma bir sergiye katıldım.’

Eve gitmek için metroya giderken, Filiz’in, konuşmanın başında söylediği sözler aklıma geliyor. ‘Onüç senedir duygularımı, anılarımı, toplumsal etkilenmelerimi resme yansıtıyorum. Çizdikçe, boyadıkça günlük hayatın getirdiği yükten arınıyorum, hafifliyorum.Yıllar geçtikçe, resim stilim de değişime uğradı. Çeşitli ustalardan, akımlardan etkilendim, en çok da Sürrealizm.’