Birkaç haftadır Almanya’dan çevre üzerine karamsar yazılar yazıyorum. Okuyucunun bazen değişik konulara da ihtiyacı var düşüncesindeyim. Bu hafta kısa bir öykü okuyacaksınız. Ben değil, eşim Sabine yazdı ve daha önce telefaxx.com adlı sitede yayınlandı. İlgi ile okuyacağınızı ve Almanya’nın başka bir gerçeğini göreceksiniz.
Yazan: Sabine Kirfel
Lanet olsun, ne bakıyorsunuz? Evet Siz. Demek farkına varmadınız, deminden beri beni gözetlediğinizi? Sizin dik, dik baktığınız bu insancık bir zamanlar bendim. Evet, bu yatakta yatıyorum ve çok az hareket edebiliyorum. Evet, pek yakında sona erecek herşey. Evet, evet, evet. Odada herkes birşeyle meşgul. Burası bir işyeri mi?... Hastane işyeri...Nasıl bir meşguliyet ama! Ama kimse benimle ilgilenmiyor. Kimse yanımda oturmuyor, konuşmuyor, beni dinlemiyor, sadece elimi tutun yeter.
Gene ziyaretçi. Benim için değil, mide tüpü ile diğer yatakta yatan kadın için. Benim tek ziyaretçim Klara. Sadece benim üvey kızım beni ziyaret ediyor zaman zaman. O’nun işi çok, başka bir şehirde yaşıyor, ama neyse ki küçük arabası ile gelme imkanı var. Hemen hemen her pazar, benim için yollara düşüyor. Bir hafta nasıl bu kadar uzun ve sonsuz olabilir!
Gün boyunca hiç kimse bana bir bakış bile atmıyor. Ben de kimsenin gözlerine bakışlarımı dikmiyorum. Viziteye geldikleri zaman, ellerim ıslak ve kalbim sanki koşuya çıkmışım gibi atıyor. Kaç tane doktor ve hemşire kontrole geliyorlar? Sonra gözleri ya yatağımda veya karnımda takılı kalıyor. Elleriyle vücüdumu yoğuruyorlar, ben acı içinde tepki verene kadar. ‘Tümörünüz nasıl acaba bugün?’ Ben kendi durumumu biliyorum. Hemşirelerin gözleri merakla doktorların bakışlarını arıyor, benimkileri değil. Hemşireler yalnız geldiklerinde de bakışları değiştirilmesi gereken yatak örtülerinde, veya hala dolu duran yemek kaplarında.
Vücudum hala sıska ve halsiz. Temizlikçi kadınların gözleri sadece toz ve ziyaretçilerin ayak izlerinde. Bu ultra modern hastane yatağında, burada yatıyor ve size bakıyorum. Kimse dönüp bakmıyor. Hiç kimsenin gözlerinin içine bakmıyorum ... ve kimse benimkilere. Biraz önce, yine hepsi burdaydı. Doktorlar, hemşireler, stajyerler. Yatağımın yanında, burada ayakta... ve oldukça uzakta. Aradabir, sis’te yürümek garip!/ Hayatta yalnızlık olduğunu hissetmek. / Hiç kimse diğerini tanımıyor, her kes tek başına.
Hayatım gözlerimin önünden geçiyor. Çok üzgün değilim, mutluluk ve acı iç içe. Garip! Yaşam genellikle, bir değirmen taşı gibi ayaklarımda asılı kaldı. Bir gölün altına bakmak gibi hissediyorum kendimi, her şeyi ciddiye alıyorum. Her şey gizemli bir ışık gibi görünüyor. Pek de hoş değil. Burada yatıyorum, genellikle sırtüstü. Bu durumda kendi, kendimle uğraşıyorum. Düşüncelerim beni işgal etmiş. Yakında ben artık hayatta olmayacağım, düşüncelerim de. Ama evet, haklısınız. Dünya hakkında düşünüyorum, olup olmadığı umurunda gibi, ben düşünsem de, ilgilenmesem de, ben olsam da, olmasam da ... Kimse düşünmese de, bu soğuk sınır istasyonunda varlığımızın dünü, bugünü ve tümü vardır. Yaşadığımız gibi mi? Sürekli değişim içinde, gerçekten duraklamadan destek arayışı içinde.
Uçuş, tüketime yuvarlanış, zehirlenme... yeni uçuş. Ben satın alıyorum, öyleyse varım. Aslında bir şekilde bu sahneden aşağı atlamanın tam zamanı, kendimizin kurduğu bu sahne ve adına yaşamak dediğimiz. Daha fazla para kazan, daha çok al, daha fazla biriktirmek, toplamak, satın almak... Varlık, varlık, varlık. Küçük çocuklar gibi. Dünya’ya hakim olmuş, ancak henüz olgunlaşmamış çocuklar gibi. Karşı durmak? Herşey düşünüldü mü? Meister Eckhardt ve Marx, Freud ve Fromm. Ve? Bütün bu düşünürlerin söylediklerinin yararı oldu mu? Akıl gökyüzüne doğru büyür, çözümlenmiş genler, roketler, veri dağları oldu sayın baylar... Batı yarımkürenin bir sakini olarak, hiçbir şey ama bir köle, tüketimli bir köle olmak için şimdi herşey daha mümkün görünüyor. Çin’den herşeyi yok pahasına, daha fazla seri üretim bekliyoruz. Alçalmış ve önemsiz olarak çöpe dönüşmüş dünya, hurda ve çöpe boğulma ve ölüm... ölümün alacakaranlığı. Yoksa değil mi? Söz gelimi, bir yıl önce, süper hızlı bilgisayarına ne kadar para harcadın? Gerçekten ihtiyacın varmıydı? Ve o tüm hız ve donanımına rağmen, bugün ne kadar yavaş! Kaça satabilirsiniz? ... Belki hediye ederseniz birisi alırmı dediniz? Gerçekten mi? Tebrikler.
Ne kaldı? Sana soruyorum, ne kaldı? Insanlar arasındaki güzel ilişkiler mi? Benim Shakespeare yanımda olsaydı ... Hayır, bölümler okuduğum kitabı kastetmedim...Hani birden bire duygulanmak, sevinç hislerine kapılmak için okuduğum kitap. En azından Hermann Hesse şiirlerini okuyorum. Klara’nın getirdiği kitabı yani. Onlar Yatağımın başucundaki sehpanın üzerinde duruyorlar. Hayır, Shakespeare, İrlanda terrier cinsi köpek, aklımdan çıkmayan. Onun görüntüsünü özlemle hatırlıyorum. Kat, kat tüyleri ile Hindistan cevizinden yapılmış paspas gibi duruyordu. Onu kimsesiz hayvanlar barınağına götürdüklerinde, on iki yaşında olmasına rağmen yine keyifliydi. Onu sığınma evine, beni hastaneye. Kurallara uygun ve güvenilir gerçekleşti herşey! Hâlâ hayatta mı, benimle uzun süredir birlikte olan köpek? Ölürse onu nerede gömmecekler? Gömülecek mi, yoksa yakılacak mı? Onu çok, çok özledim. Gözleri, onun güzel kahverengi-gri-mavi, içinden parlayan gözleri. Ben onlara bakınca, sonsuzluğu göreceğimi düşünürdüm. Onun sahip olduğu harika köpek ruhu sayesinde buna inanırdım. Evet, gülmeyin ve alaya almayın. Hissetmet, köpeğimin ruhunu hissetmek! ... Size söylüyorum, hiç bir köpeğin gözlerinin içine baktınız mı? Bir uysal inek, bir uysal at, bir koyun, oldukça yünlü, mır mır eden bir kedi veya köpek, sahibini bir süpermarket önünde bağlanmış bekliyen? Hiç mi bir hayvanat bahçesinde cam ya da demir bir kafeste bir goril, şempanze ve orangutan ile duygu dolu iletişim kurmak mümkün oldu mu? Kim kime bakıyor? Hatta bir nesil önce de Pigmeler ve Patagonians, cüceler ve dev gibi insanlar kasaba fuarlarında sergilendi ... Eğlenceli bir gösteri, üstünlük duygusu yüksek! Gerçekten düşünmeyi beceremeyenler tatmin oluyorlardı mutlaka. Yoksa hiç bir kaplumbağa’da mı görmediniz, bizden önce, milyonlarca yıldır kendi mükemmellik yaratılışını sürdüren harika yaratık. Ve hala hayatta kalmak için mücadele eden, çırpındıkça bencillik içinde batan dünyayı bilgece izliyor.
Hayvanlar ne sakinler farkettinizmi? Onlarla herşeyi cömertçe paylaşabilirsiniz. Eğer kendi hırs ve maddi çıkarlarınızdan kendinizi kurtarabilirseniz. Size güvenebileceklerini anladıklarında bağlanırlar. Onlarda ne hırs, ne şehvet ne de bencillik var... Hayvanlar akıllı yaratıklar değil diye düşünebilirsiniz. Merak etmeyin, onun kötü bir düşüncesi yok bakışında. Dünya ile iletişim sağlamak isteyen hassas bir ruh, zihine sahipler onlar. Ve kendi hassas ruhumuz yok olmamışsa, onların bakışlarında uzak geçmişimizi görmek mümkün olabilir. Tabii ki, istediğimiz ve yalnızca bizim iç benlik tarafından uzun yıllar boyunca zihnimize yerleşmiş olan zırhı parçalayabilirsek... Hayvan hepimizi, algılamak, bizi görmek için anlamlı gözleri ile dipsiz derinliklerine davet ediyor. Olduğumuz gibi, modern hayatın tüm kısıtlamalarından soyutlanmış halimizle. O zaman göreceksiniz doğa ve insanlık ilişkilerinin ne kadar kesintisiz olabileceğini, iki ayrı dilde konuşsak da birbirimizle aanlaşabiliriz. Ve aynı dünyamızın, doğamızın, geldiğimiz aynı kökenin geçmiş hikayesini dinleriz onlardan. Yani, buluşların yok ettiği, kontrolüne aldığı ruhlarımızın kökenlerini buluruz.
Bazen ücra mezrada bir kuş çağırınca / Veya rüzgar dallarda estiğinde / Veya uzaklarda bir köpek havladığında / Ben uzunca dinler ve susarım / Benim ruhum geri geliyor / Unutulmuş binlerce yıl ötesinden / Kuş ve esen rüzgar / Bana benziyorlardı ve biz kardeştik / Benim ruhum bir ağaç, bir hayvan ve pamuk yığınına benzeyen bulut olacak/ Ve yabancılaşarak bana dönecek ve bana geçmişini soracak / Söyleyin bana / Nasıl cevap vereyim ona?
Güzel, değil mi? Kuş ve esen rüzgar, bir ağaç, bir hayvan,bulutlar ... Hesse başka ne demeye getiriyor, bizim doğaya ve kendimize yabancılaşmamızdan başka. Cevap Nerede? Bir geri dönüş var mı? İleri sonunda nedir? Dünyanın hak ettiği bir geleceği var mı? Hakettiği bir hak? Ve eğer öyleyse, nasıl bir şey olacak? Ya da son bir felâketle mi buluşacağız! Büyük sorular. Kesinlikle benden cevap ummayın. Ama söyleyin lütfen bana, Batı, uygarlığndan ne kadar kaybetti ve kimse bunun farkında değil. Farkındamısınız, nerede yanlış yaptık?
Varlığmızın nedeni olan duygularımızla bağlantımızı, çok uzun bir elektrik telini kesmek gibi, bizim hassas ruhlarımız için gerekli olan, orijinal duygularımızla bağlarımızı kesmek değilmi bu içinde bulunduğumuz durum? Barışı korumak - hatta zihinimizde kendi barışımızı - katma değer uğruna, ihtiyaçların tatmini uğruna, komşularımız ne der uğruna kariyerimizi korumamız, dört, dörtlük politika, ben ev sahibiyim demek uğruna tüm bu saçmalıklar. Sanki altmış yaşındakilerin, yirmi yaşındakilerin sahip olduğu gibi kusursuz vücut istiyor gibiyiz.
Biz herhangi bir keder hissetmeden çok şey kaybettik. Görünür keder. Bu üzüntü, kimliği belirsiz, isimsiz üzüntü içimizde çok derin yer yaptı. Hayatınızı birlikte geçirdiğiniz insanların ruh halini hissetmeye çalışın. Yakalandınızmı yoksa? Hayatınızın bazen ayrı, paralel ve hatta kontrol dışı olduğunumu farkettim? 'Hazinem iş günün nasıldı?’ Ve hazine artık evden çanta ile her sabah çıktığı gibi değil. Doğru ile yalan iç, içe.
Neden insanlar ev hayvanları ile yaşar? Bu sadece insanlar arasında eksik olan ilişkiye duyulan özlem yerine, inanıyorum ki, yakınlık için, aynı zamanda ve belki de her şeyden önce, özgün bir özlem, uzak geçmişimize duyulan özlem. Duygusallıkta hayvanlar bizden önde. Kendilerine yabancılaşmadıkları için, yabancılaşmışı da taklit etmiyorlar. Oldukları gibiler. Tanrım, Shakespeare nasılda deli gibi üzerime atıldı, tam dış kapıyı kapatırken. Bir saat sonra yeniden kavuşma sevinci ile havalara sıçradı. Aynı zamanda da korktuğunu belli ederdi hemen, araba, otobüs veya trenle bir yere gitmek zorunda kalınca. Hayır, bundan hiç hoşlanmazdı. Hemen kıvrılır, küçücük olurdu ve gözlerinin feri söner, kulakları düşerdi. Ve o benim davranışlarımı kendi duygularında bir ayna gibi tekrar ederdi. Ben üzüldüm mü, o da üzüntülü, ben mutlu, sevinirdi benimle. Sonra, tekrar, onun arkaik iştahını, onun açgözlülüğü çıkardı ortaya, yemek görünce...
Bizim batı medeniyeti daha 350 yıl önce başladı ve bu halı ilmiği gibi dokuma devam etti ve bu akarbandla devam eder, ediyor - Batı medeniyetinin ortaya çıktığı zaman, Descartes bu durumu ‘makinalaşmış hayvan’ olarak tanımladı. Bizim kutsal ilerleme sadece kelimelerin orijinal anlamından çeşitli anlamlar değil, aynı zamanda hayvan ve insan haklarını da kesip atmadı mı?. Bir canlı, hareketli makine! ‘Doğanın hakimi insan, onun sahibi’... sadece bir yanılma. Yönetmek, ele geçirmek değil, onu akıllıca kullanmak için var doğa. Modern teknoloji ve ölçülebilir yasaları ile donatılmış dünya rasyonel bir ızgara ile kaplanmış ve yeni buluşlar hep yönetmek için.
Bir eşeke vurulunca çıkardığı sesle, bir piyano tuşuna basınca çıkan ses aynı. Bir organ, bir düğmeye basmak gibi temelde aynı ve daha sonra gelen bir alarm sesi verir. Descartes’in belki de hakkı vardı! Hayvanların ruhsuz makineler olduğuna inanıyormusunuz? Vücut var ama duygusuz , ruhsuz bir makineye her şey yapma izni verilir: ... işkence, sömürme, kullanmak, işi bitince tut at. Sizi sıktım mı? Biraz kıvranıyorsunuz gibi geliyor bana, daha fazla dinlemek istemiyorsunuz. Size teşekkür etmek niyetinde değilim. Size ne mi sunuyorum? Hasta bir kadının bakışları. Yatakta sırt üstü yatan, son düşüncelerini dile getiren, bununla da Sizi düşünmeye çağırdığına ve dinlenildiğine inanan bir kadın. ‘Bu kadın gerçeklerden çok uzak’mı diyorsunuz? Haklı olabilirsiniz! Ama gerçek bir yabancılaşma, tam olarak insanın kendisinedir..
Nerede kalmıştım? Hayvanlara işkence yapma hakkını kim verdi insanlara? Hayvanlara işkenceye izin verilen bir toplumda, insanların hali ne olur? Hayvanlar, gözlerinde kendi uzak geçmişimizi gördüğümüz yaratıklar. Sizce hayvan yetiştiricileri ne hissediyorlar, kendisine emanet edilen siyah rakamlı varlıklar! Yine de duygularının körelmiş olduğunu düşünmüyorum, aksi takdirde böyle bir meslek olmaz. Geceleri yaptığı kötü davranışlardan ötürü, kötü rüyalar, terden gece sırılsıklam uyanmak. Bir köpeği korkutmak, kötü kokulu lapa ile beslemek. Küçük domuz yavrusu kan içinde, köşe dişleri kırılmış, testisleri çıkarılmış.
Yeni bir davranış kültürü yaratmak lazım, türdeşlerine ve hayvanların haklarına saygılı bir toplum. Diğeri sadece gösteri olabilir. Yeterince ısıtılmamış, altlarında saman serilmeden, metal üzerinde duran, kısa hayatını çok dar bölümlerde geçiren, sadece faiz, masraf ve hayvan olabilirler... Her şey ucuz et için. Sessizce istenilen parayı verin- eko-kasap aptalları- dört misli ödeme fişleri.... ya da bir vejetaryen olacaksın ... Ama ben size diyorum, bu bir deplasman. Bu gidişat bir gün - o yakın ya da uzak, bilmiyorum - ölümcül olacaktır. Son yıkım.
İnsanlar ve hayvanların tek dünyaları var. Descartes ne diyor? ‘ Onlar ihtiyacı olan şeyleri ona verdiler: soğuk günlerde giymek için yün, doyurmak için süt, et, ısınmak için gübre. Bir karşılıklıksız yarar. Çünki ortak bir yaşam vardı. Son derece huzurlu, rahat bir yaşam.’Oh, evet, bizim dünya ilerlemiştir. Sadece onları çevreleyen doğa değil, insanlık kendi bedenlerine, ruhlarına yabancılaşmış. Hastalık, yaşlılık ve ölüm. Soyluların odaları olduğu gibi, köylülerin de evleri vardı. Bugün, sosyal açıdan kabul edilebilir olmayan – ıstisnalar hariç- artık hastane, bakım evleri var. Ne çocuklar, ne de anne-baba-kardeşler var. Yaşlılık, hastalık, ölüm, iğrenç şeyler olarak görülüyor artık. Her şey temiz, steril olmalıdır. İnsandan, hayvandan, doğadan kaçış.
Garip, ama gerçek, bu güne kadar sokakta, kapalı alanlarda bu kadar çıplak insan görülmedi. Televizyonda, reklam panolarında, gazetelerin sayfalarında. Kadınlar ve erkekler. Aslında, hayvani zamanlarımıza dönüşün bir işareti! Yoksa başka bir şeymi dersiniz? Yüzeysel, güzel gövde estetize edilmiş, ufak tefek hatalarda bilgisayar sistemi ile kamufle edilmiş. Hayali insanların görüntüleri. Hiç bir insan vücudu kusursuz, tam temiz ve kokusuz, steril değildir. Bu tür insanlarla asla karşılaşılmaz. Ama siz, kendiniz temiz, kokusuz, steril ortamlara girebilirsiniz! Mükemmel bir vücut, muhtemelen hemen hemen hiç olamayacak, ancak bu yanılsama takip edilip, kendinizi memnun etme hayallerine kapılabilirsiniz. Bunlar bir istisna olur. Ben, yakında tüm orijinal görüntülerden tiksinti hissedeceksiniz deme cesaretini gösteriyorum. Eğer geçmişe bir zaman makinesi ile yolculuk yapmak mümkün olsaydı, her çağda insanın kokusu olduğunu görürdünüz.
Hayvan-insan – hayvan kokusu. Yüzlerce işçinin çalıştığı yerlerde, Ortaçağ, Rönesans ve Barok çiftlikde, soylu odalarında her zaman vardı, var. Temizlik maddeleri ve deodorantlar ile kimya sanayi, günümüzün uygar ve muzaffer kokusunu tamamladı. Evcil hayvanlar da bile. Aynen böyle. Köpekler için şampuan, kulak kokusu yanı sıra pire koruma bantları, spreyler. Hassas köpeklerin pençelerinin bakımı için krem, temizlemek için tek kullanımlık mendil ...
Biz, köpek ve çocuk, koca ve eş, anne, baba, kardeşler, teyzeler, amcalar, kuzenler, kız ve arkadaş ... Neden onlarla birlikte değiliz? Neden? Dünyamız daha insani olmayacakmıydı?
Genç hemşire geldi, henüz kaşık değdirmediğim püreyi alıp gitti. Iki dakika içinde başka birşeyle gelecek. Benimle konuşacak mı? Hayır, bunun için zamanı yok. Zaman burada masraf demek. Yarım saat sonra genç pratisiyen kızla birlikte yatağımı yapmaya damlar mutlaka. Deneyli elleri ile, hızlı hareketlerle. İğnesi masanın üzerinde hazır ve gece hapları kutusu yanında. Ve "iyi geceler" diyecektir. Bedenim sanki bir büyü ile kaplı. Onu ağrısız ve kokusuz yapma, onu temizlemek için lastik eldiven ile yaklaşırlar. Duygularıma dokunamıyacaklar. O hala orada ruhtur. Aklım uyanık... uyanmış. Kimse benliğimi alamaz benden. Ölümcül hasta olmadıktan sonra. Yanımda ruhum var, yalnız değilim...
Klara’yı özlemle bekliyorum. İki gün sonraa gelecek. Melankolik, güzel gri-mavi gözlü, kahverengi köpek yanında olmadan. Sık, sık, onunla nehire doğru giderdik. Çocuklar gibi neşelenir, koşar, oynardı benimle. Şu anda olduğu gibi, hemen her zaman güneş batımında. Ben hastanenin onuncu katında, batıya bakan pencere yanındaki yataktayım. Mevsim yaz ve güneş ışıkları yansıyor odaya. Ruhum bir ağaç / Ve bir hayvan ve kat, kat bulutlar / Yabancılaşacak ve geri dönecek bana. / Ve soracak bana / Ne cevap vereyim?
Dün akşamki güneş gösterisi çok ilginçti. Çelik grisi bulutlar, parlak ve soluk turuncu-mavi çizgili ufuk üstünde turuncu renge batmıştılar. Harikaydı... Önce evlerin, daha sonra da çelik gri bulutların, dağların ardında soldu ve sonunda tamamen silindi. Yarın Klara gelecek...